Veren olgun, alan uygun olmalıdır
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Güneş hayat kaynağıdır. Güneş enerjisi olmazsa, hiçbir canlı yaşayamaz. Çünkü Güneş yalnız ışık değil, enerji de veriyor. Peygamberler de Güneş gibidir. Bir peygamber, dünyaya geldiği zaman, her taraf onun nuruyla aydınlanıyordu. Vefat edince de dünya kararıyordu. Sonra Allahü teâlâ başka bir peygamber gönderiyor, dünya yine aydınlanıyordu. Nasıl ki Güneş, ışınları ve enerjisi ile canlılara rızık ve hayatta kalma gücü gönderirse, peygamberler de kalblerin temizlenmesi, iman etmesi ve canlanması için böyle hayat kaynağı olup, nur ve feyz yayarlar. O nurun ulaştığı kalb nurlanır, imana kavuşur.
Peygamber efendimizin teşrifiyle, bu nur bütün dünyayı kapladı. Son peygamber olduğu için, onun vefatından sonra da Kıyamete kadar, onun vârisleriyle, yani mürşid-i kâmillerle bu nurun yayılması devam eder. Asırlar boyunca, elverişli olanlar, o nuru alıp iman ettiler. Elverişli olmayanların ise üstünden akıp geçti. Onun için, (Veren olgun, alan uygun olmak lazımdır) buyuruluyor. Yani bu iş, iki taraflıdır. Sadece verenin olgun olması yeterli değildir. Mesela bugün evlerimizin içi, radyo ve televizyon dalgası gibi birçok elektromanyetik dalgayla doludur. Demek ki vericiler doğru çalışmaktadır. Alıcı olmak için de, mutlaka radyo, televizyon gibi bir cihaz lazımdır. Aksi hâlde o dalgaları alamayız.
İşte insanlar da böyledir. Feyz veren zatlar olgunluğun zirvesindedir. Alan da uygunsa, dünyanın öbür ucunda da olsa feyz alır. Aksi takdirde, o büyükleri görmekle şereflense bile asla feyz alamaz. Bu bir frekans meselesidir, vericinin frekansını alacak bir cihaz lazımdır. Peygamber efendimizin amcası Ebu Leheb’de o cihaz olmadığı için, o nuru alamadığı gibi, bilakis düşman kesildi. Çünkü insan, o nuru alamayınca, alana da, verene de düşman kesilir. Dolayısıyla büyük zatların düşmanı çok olur. Nitekim Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin düşmanı çoktur.
En büyük musibet, bu büyüklere tesadüf edip de yani onun zamanında, onun bulunduğu yerde yaşayıp da, onlardan mahrum kalmaktır. Bu hâl, cevher dolu bir hazineye rastlayıp da, elden kaçırmaktan daha vahimdir. Ebedî saadetten mahrum kalmak, kendini ebedî felakete atmaktır. Bundan daha büyük musibet olmaz.