Bu din edep dinidir
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Kimse, kendisini bir şey zannetmesin! Bu din edep dinidir, tevazu dinidir, Allah ve Resulünün aşkıyla yanma dinidir. Başkasını ölçme, başkasıyla uğraşma dini değildir, kendi kusurlarıyla uğraşma dinidir. İnsanın kendi âcizliğini anlamasını, önce kendisini düzeltmesini isteyen dindir. Kendine yani nefsine itaati reddeden, bir mürşid-i kâmile tâbi olmayı emreden dindir. Çünkü o büyükler, Allah Resulünün vârisleridir. Büyüklerin zahiri, dış görünüşleri, davranışları, cahile zehirdir. Cahil, zahire, yani dış görünüşe bakar ve zehirlenir. Müşrikler de böyle yapmıştı. Resulullah efendimizi, Ebu Talib’in yetimi diye görmüşlerdi. Malına mülküne, herkes gibi yiyip içmesine, giyinmesine, gezmesine, alışveriş etmesine, konuşmasına bakmışlardı. Kendileriyle, bildikleri ölçülerle mukayese ettiler. Yani gözlerine ve akıllarına tâbi oldular. (Bizden ne farkın var da sana iman edelim?) dediler.
Hâlbuki Hazret-i Ebu Bekir de baktı, ama onu Allah’ın Resulü olarak gördü, (Ne güzelsin ya Resulallah, nurun âlemleri kaplamış. Seni bize peygamber olarak gönderen yüce Rabbimize hamd olsun. Sana iman etmemi ihsan eden yüce Rabbime hamd ederim) dedi. Bir başka zamanda da, (Bütün iyiliklerim, ibadetlerim dâhil, her şeyimi, Resulullah’ın bir yanılmasına değişirim ve kârlı çıkarım) dedi. Hâşâ boşuna peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmadı. İlim budur, edeb budur, sıddıklık budur.
Bir talebe, bir mürşid-i kâmilin sohbetinde bulunmak, ona talebe olmak için, onun namaz kıldırdığı mescide geldi. O anda mürşid, akşam namazını kıldırıyordu. Talebe, kendi öğrendiği şiveye benzemediği için, mürşidin okuduğu Fâtiha’yı beğenmedi. (Boşuna zahmet edip tâ uzak yerlerden buraya geldim. Tecvidi bilmeyen, dinimizi nereden bilsin? Böyle mürşid-i kâmil mi olur?) diye düşündü ve hiçbir şey söylemeden ertesi gün yola çıktı.
Yolda giderken karşısına iki aslan çıktı. Korkusundan hemen geri döndü, ama aslanlar da, yavaş yavaş talebenin peşinden geliyorlardı. Mürşid, hemen aslanlara doğru yürüdü ve onların kulaklarından tutup, (Size benim misafirlerime dokunmayın, onları korkutmayın demedim mi?) dedi. Aslanlar da çekip gitti. Şaşkın hâlde bakan talebeye, (Bizim Fâtiha’mızda yanlış arayacağınıza, kendi yanlışlarınızı düzeltmeye çalışsaydınız daha iyi olmaz mıydı?) dedi.
Demek ki, din kardeşlerimizin kusurlarıyla değil, kendi kusurlarımızla meşgul olup onları düzeltmeye çalışmamız gerekir.