Zararın neresinden dönülürse kârdır
Erdal Bey, telefonu kapatırken şöyle diyordu:
— Pazartesi günü görüşürüz, biz çalıştığınız yere geliriz inşallah, çok teşekkür ederim.
Söyleyeceklerini merak ve heyecanla bekleyen kızı Yasemin’e dönerek:
— Tamam kızım, Ankara’daki arkadaşımla görüştüm. Bizi Pazartesi günü bekliyor. Birlikte gider onun bahsettiği yurda bakarız. Okula yakın bir yerdeymiş, beğenirsen orada kalırsın, yürüyerek gider gelirsin, olur mu?
— Yaşasın, ne iyi arkadaşın varmış baba, bize yardımcı olacak birinin olması ne güzel!
Yasemin, Erdal Beyin en büyük kızıdır. Henüz liseyi bitirmiş, 17 yaşında üniversite imtihanında sınıf öğretmenliğini kazanmış bir öğretmen adayı. Ankara’da bir üniversitede okumak, Yasemin’in en büyük hedefi olmuş, hedefine kavuşmak için gece gündüz çalışmış, uykusundan, yemeğinden fedakârlık etmiş, sonunda hedefine ulaşmıştı. Çevresindeki arkadaşlarından bazıları ortaokuldan, bazıları da liseyi bitirdikten sonra, okumamışlar, evde ailelerinin yanında kalmayı tercih etmişlerdi. Yasemin’e göre, ana kuzusuydu, korkaktı onlar. (Otursunlar bakalım analarının dizlerinin dibinde, ben öğretmen olayım, kendi maaşımı alıp kendi ayaklarımın üzerinde durayım da görsünler, çok pişman olacaklar) diye içinden hep söyleniyordu. Herkesin başaramadığı bir şeyi başarmış olmanın verdiği bir üstünlük edasıyla, kendini şimdiden öğretmen gibi görmeye başlamıştı bile. Tabii ya, artık o bir üniversiteliydi ve diğer yaşıtlarından daha üstün, daha akıllıydı. Akıllı olmasa, daha bilgili olmasa kazanabilir miydi imtihanı? Aslında öğretmenliği, bir bayanın en rahat çalışabileceği meslek olduğu için, babası daha çok istemişti. Kendisi tıp veya eczacılık istiyordu; ama puanı yeterli değildi.
Yasemin, Tokat gibi küçük bir şehirden, Ankara gibi büyük bir şehre gitmenin heyecanını yaşıyor, bir taraftan da kendisini nelerin beklediğini, hiç tanımadığı, bilmediği bir şehirde yalnız ne yapacağını düşünüyordu. Bu durum onu, hem tedirgin ediyor, hem de korkutuyordu. Ailesine düşündüklerinden ve hissettiklerinden hiç söz etmiyordu; çünkü onu göndermekten vazgeçmelerinden korkuyordu. Pazartesi sabahını iple çekiyor, günler saatler geçmek bilmiyordu. Nihayet, babası akşam otobüs biletlerini sallayarak, sokak kapısından içeri girdi. Yasemin koşarak babasının yanına gelip boynuna sarıldı:
— Babacığım aldın ha biletleri, saat kaça aldın? Ne zaman gidiyoruz?
— Dur kızım, dur. Sabah 5.30’da hareket ediyoruz. Vakitlice gidelim ki, işlerimizi akşam olmadan bitirelim.
— Tamam, babacığım, sen nasıl istersen. Biz zaten annemle bavulumu hazırlamıştık. Baba, sen hiç Ankara’ya gittin mi? Nasıl, gerçekten dedikleri gibi büyük bir şehir mi?
— Evet, bir kaç kere gittim, büyük bir şehir. Hadi bakalım, çok acıktım, çağır kardeşlerini, sofrayı hazırlayın da yemeğimizi yiyelim.
— Peki, babacığım, hemen...
Yasemin bütün gece, bir o tarafa, bir bu tarafa dönüp durmuş, heyecandan pek uyuyamamıştı. Nihayet, kurduğu saat alarmı çalmaya başlayınca, hemen yatağından fırlayıp, saatin alarmını kapattı. Hızla lavaboya gidip, abdest alıp, evdekileri kalkmaları için uyandırdı. Baktı ki, salonda babası seccadesinin başında ellerini kaldırmış dua ediyordu. Bir müddet babasını kapı aralığından seyretti, sonra annesinin yanına giderek birlikte sabah namazlarını kıldılar. Annesi bir ara dua ederken ağlıyordu sanki… Ya da Yasemin’e öyle gelmişti. Baba ve annesinin kendisinden ayrılacağı için ağladıklarını düşündü. Odasına giderek hazırlandı. O hazırlanırken annesi kahvaltıyı çoktan hazırlamıştı bile. Yasemin’in ilkokula giden ikiz kardeşleri vardı. Yavaşça kardeşlerinin odasına girerek onları uyandırmadan öptü ve kahvaltı için mutfağa geçti. Annesi Yasemin’in gözünün içine hüzünlü bir şekilde bakıyor, Yasemin annesine baktığındaysa, annesi gözlerini ondan kaçırıyordu.
— Hadi ama anne, yeter artık, şimdi beni ağlatacaksın.
— Güzel kızım seninle ilk ayrılığımız bu, çok zor, hiç bilmediğin memleket, ne yer ne içersin?
Annesinin boğazına düğümlendi lokmalar, daha fazla konuşamadı. Konuşmasına da gerek yoktu zaten, eline düşen iki damla gözyaşı kızı için ne kadar endişelendiğini, onu ne kadar sevdiğini ve ayrılmanın ne kadar zor olduğunu anlatıyordu. Yasemin yerinden kalkarak annesinin boynuna sarıldı:
— Sen merak etme anneciğim, ben başımın çaresine bakarım, büyüdüm artık. Hem sık sık ararım, sen ararsın, konuşuruz. Fırsat buldukça gelmeye çalışırım. Hadi ağlama, bak beni de ağlattın.
— Sen cahilsin, daha ne gördün ki, kolay mı sanıyorsun bilmediğin şehirde yaşamayı, gelip gitmeyi. Hem yalnız ne yaparsın, oradaki arkadaşların buradaki saf temiz kızlara benzemez...
Yasemin’in babası araya girdi:
— Hanııım, yeter artık, giderayak moralini bozma çocuğun. Haydi kızım, hazırlan da çıkalım, ancak yetişiriz otobüse.
Yasemin, annesinin elini öpüp kendisine dua etmesini isteyerek kapıdan çıktı. Baba kız, bir süre sonra otobüsteydiler. Otobüs, Ankara yol güzergâhında hareket ediyordu. Pencere tarafında oturan Yasemin, hem dışarıyı seyrediyor hem de annesinin ayrılırken söylediklerini düşünüyordu. Sahi, annesi ne demek istemişti gelip gitmek derken, sonra arkadaş için söylediği sözler, Tokat’taki arkadaşlarının saf ve temiz olduğunu söylerken, ne demek istemişti. Yeni arkadaşları canavar olacak değildi ya, annesi abartmış olmalıydı. Böyle düşünürken, geceden de uykusuz olmanın yorgunluğuyla uyuyakaldı. Gözlerini açtığında, Ankara’nın içindelerdi. Etrafına bakınarak:
— Neredeyiz babacığım?
— Geldik sayılır kızım. Yarım saat sonra inşallah otogardayız.
Trafik yoğunluğundan kırk beş dakika sürmüştü otogara gitmek. Etrafındaki insanların karınca misali koşuştuğunu, korna seslerini, bir yere yetişme telaşında olan insanları görünce bir an korktu. Babasının koluna sıkıca yapışan Yasemin, (Bu koca şehirde ne yapacağım) diye geçirdi içinden. Babası, bir taksi çağırarak arkadaşının yanına gideceklerini söyledi Yasemin’e.
* * *
Erdal Bey, yavaşça kapıyı tıklatıp aralık olan kapıdan içeri başını uzattı ve gözleriyle arkadaşı Sinan Beyi aradı. Tam karşıda oturan Sinan Beyi görünce derin bir oh çekerek:
— Selamün aleyküm abiciğim, dedi.
— Ve aleyküm selam Erdal abi, hoş geldiniz. Buyurun, şöyle oturun, diye yer gösterdi Sinan Bey.
Erdal Bey kapıya doğru yürüyerek:
— Gel kızım, Sinan amcan buradaymış diye kızını odaya aldı.
Sinan Bey, karşısında gencecik temiz yüzlü, bir o kadar da şaşkın olan kızcağıza şöyle bir bakıp, buyurun oturun diyebildi. Hoşbeşten sonra, Yasemin şaşkın görüntüsünden kurtulup, biraz kendini toparlayabilmek için lavaboya gitmek istediğini usulca babasına söyleyince, Sinan Bey, Erdal Beye lavabonun yerini tarif etti. Yasemin odadan dışarı çıkınca Sinan Bey:
— Abiciğim, telefonda bizim çocuğu üniversiteye kaydettirmeye geleceğiz deyince, ben oğlunu getireceğini düşünmüştüm.
— Yok, abi, bizim oğlanlar daha küçük, ilkokuldalar. O günleri de
görürüz inşallah.
— İnşallah ama şaşkınlığımı mazur görün. Kızınızı okutmaya, hem de böyle büyük bir şehre getirmeniz, beni çok şaşırttı.
— Niçin şaşırdın anlamadım.
— Ortam malum, biz oğlanlarımızı koruyamıyoruz. Onlar, ailelerin nafakasını temin edecekler, bunun için, şartlar ne olursa olsun, okumak zorundalar; ama sen bir kız çocuğunu kurtlar sofrasına bırakıp gideceksin. Bu ne cesaret, ona şaşırdım. Gün geçmiyor, biz burada bir olay duymayalım.
— Eee, ne yapalım, şartlar değişti artık. Dünyanın bin bir türlü hali var, ilerisini düşünmek lazım değil mi? Evlenince kocası bakmazsa, boşarsa ne olacak? Hiç olmazsa bir mesleği olsun dedik. Sen boş ver bunları, bize bir kız yurdu lazım, bahsettiğin yurt nerede, hemen gidip bakalım. Daha okul kaydı falan var, işimizi bitirip dönelim istiyoruz.
— Benim bahsettiğim yurt erkek yurduydu. Dediğim gibi, ben kız çocuğu beklemiyordum. Sen de kız olduğundan bahsetmedin.
Sinan Bey, arkadaşının hata yaptığını anlatamayacağını düşünüp, çare aramaya başladı. Tanıdığı yurt müdürünü arayarak, güvendiği bir kız yurdu olup olmadığını sordu. Birkaç adres yazarak Erdal Beye verdi.
— Efendim, bir kez daha düşünseniz, sonra çocuğa yazık olmasın. Hani burası büyük şehir, kalabalık, yetmiş iki buçuk milletten insan var, hırlısı hırsızı, dinlisi dinsizi var. Bir kızın, günaha düşmeden, başı belaya girmeden okuması, nasıl mümkün olacak bu devirde, bilemiyorum.
—Abi daha ne düşüneyim, çocuk heveslendi, buraya kadar da geldik. Allah büyük, bir deneyelim, güvenilir bir yurt da bulursak, bakarsın olur. Baktık olmuyor, geri döneriz.
— Bu iş denemeye gelmez. Acaba yılan sokar mı diye elimizi yılanın ağzına sokamayız ki…
— Ne demek o?
Bu arada Yasemin, oda kapısında belirmişti.
— Gel kızım. Sinan abi, senin cep ve ev telefonunu bizim kıza versek de sıkıştığında arasa olur mu?
— Tabii, hemen bir kartımı vereyim, bak arkasına da ev telefonumu yazdım. Darda kaldığında arayıp bizim hanımla da görüşebilir, evdekiler ilgilenirler.
— Sağ ol abi, Allah razı olsun. Haydi Allahaısmarladık.
Baba kız, Sinan Beyin adreslerini verdiği yurtlara giderek incelediler. Bir kız yurduna karar verip anlaştılar. 4 kişilik bir odada kalacaktı Yasemin. Yurt görevlisi onu odasına çıkartarak yatak ve dolabını gösterdi.
Bütün gün yurt araştırıp yoruldular, acıkmış olduklarını fark edince, eşyaları yurda bırakarak, yemek için yurt yakınındaki bir lokantaya gittiler. Hem yemek yiyip hem sohbet ediyorlardı.
— Yurdu beğendin mi kızım?
— Güzel babacığım, sonuçta evim değil ki.
— Ooo şimdiden evi özledin öyle mi?
— Babaa…
— Hadi bakalım, yemeğini bitir de kalkalım. Bak, okula nasıl gidildiğini öğrendin, değil mi? Zaten aynı okulda okuyan kızlar vardır yurtta, onlarla gidip gelirsin. Bir sıkıntın oldu mu, Sinan amcanı da ararsın.
— Tamam, babacığım hadi kalkalım.
Erdal Bey kızını yurda bırakıp vedalaştıktan sonra, kendisi de Tokat’a dönmek üzere hareket etti.
* * *
Aradan zaman geçmiş Yasemin ne okuluna, ne kaldığı yurda, ne de arkadaşlarına alışabilmişti. Mutsuz, huzursuz, hırçın, etrafına, hatta herkese karşı güvensiz olmuştu. Çok tabiiydi bu yaşadığı duygular aslında. Öyle ya, tam genç kızlığının başlangıcında ailesinden, alışmış olduğu yerden koparılmış, hiç bilmediği, tanımadığı bir çevreye bırakılıvermişti. Kendisi istemişti böyle olmasını, kendi ayakları üzerinde duracak, kendine güveni olacak, kendi kararlarını kendisi verecek, özgür, tek başına, kimseye hesap vermeden yaşamayı öğrenecekti. O kadar çok istemişti ki bunları, hayırlısı olması için dua etmek aklına bile gelmemişti.
Tek başınaydı, özgürdü, kimseye hesap vermiyordu. Peki, neydi onu rahatsız ve mutsuz eden? Başını açmış olması mı, yoksa eskisi gibi namazlarına dikkat edememesi mi? Ama zor durumda kalıyordu, okulda aç dışarıda kapat! Ne olacaktı, okuldakilerle dışarıdakilerin ne farkı vardı? Ha 5 kişi ha 500 kişi. Hem zaten çalışacaktı okuldan sonra, orada da mecbur açacaktı. Arkadaşları da öyle yapmıştı. Sonra okulda, namaz kılmak ve abdest almak çok zor oluyordu. Önceleri hepsini yurda dönünce kaza ediyordu. Geç geldiği günler yorgunluktan uyuyakalıyordu. Okumak kolay değildi, bu sıkıntılara katlanmak zorundaydı. Okul biter bitmez hemen kapanacak, eski haline dönecekti, yine eskisi gibi namazlarını kılacaktı. Peki, o zaman kalbindeki bu sıkıntı geçecek miydi acaba?
Oda arkadaşlarıyla birlikte, bazen sinemaya, bazen de alışveriş merkezlerine gezmeye gidiyorlardı. Ankara büyük bir şehir olduğu için, böyle imkânlar vardı ve onlar da zaman zaman bu imkânlardan faydalanıyorlardı. Bazen yurda geç kaldıkları oluyordu; ama arkadaşlarının bazılarının erkek arkadaşları yurda bırakıveriyorlardı. Tek başlarına olmadıkları için, gece yurda geç gelmek sorun olmuyordu.
Yasemin’in yurtta çok sevdiği, beğendiği, Nihal isminde, bir görevli vardı. Kocasından ayrıldığı ve başka bakacak kimsesi olmadığı için çalışmak zorundaydı. Günaha girmemek için, hiç erkek bulunmayan kız yurdunda çalışmayı tercih etmişti.
Sık sık kantinde, odada, Nihal ablasıyla sohbet ediyorlardı. Bir akşam Yasemin odada yalnızdı, oda arkadaşları hep birlikte toplanıp bir bara gitmeye karar vermişler ve Yasemin’e de gelmesi konusunda ısrar etmişlerdi. Her zaman, beni dışlamasınlar, aralarına alsınlar, gruptan ayrılmayayım diye düşünerek onlarla giden Yasemin, bu sefer bara gidileceğini duyunca, kesinlikle gelemeyeceğini söylemiş, (Artık bu kadar da değil) diyerek, arkadaşlarının dışlayıp alay etmelerine aldırmadan tekliflerini reddetmişti. İşte o akşam, tek başına odada oturup ders çalışırken oda kapısı çalındı. Yasemin, arkadaşlarının geldiğini düşünerek kapıyı açtı. Karşısında çok sevdiği Nihal ablasını görünce, sevinçten ne yapacağını bilemedi.
— İçeri gelsene Nihal abla, lütfen buyur. Seni gördüğüme sevindim.
— Oda arkadaşların yok mu Yasemin?
— Yoklar, bara gittiler
— Sen neden gitmedin?
— Yok, artık o kadar da değil, ben içki içmem abla.
— Güzel! Günlerdir böyle bir zamanı kolluyordum, çünkü seninle konuşmak istiyordum.
—Öyle mi? Ne konuşacaktın benimle?
— Bak güzelim, senin çok değil, bir kaç ay evvel bu yurda geldiğin zamanı hatırlıyorum. Ne kadar saf ve temizdin.
— Şimdi değil miyim yani?
— Onu söylemek istemedim. Değiştin ama olumlu bir değişme değil bu. Bir bak aynaya, o saf temiz masum Yasemin’i görebiliyor musun? Nerede ilk geldiğin günkü masumiyetin, nerede şu andaki sen? Sen geldiğinde kapalıydın, mescide gelirdin, şimdi öyle mi? Mescide de uğramıyorsun artık. Davranışların, hareketlerin de değişti, oda arkadaşların gibi hafif davranışlar gösteriyorsun. Şimdi bu gidişine bir dur demez, kendini toplamazsan daha kötü olursun. Oda arkadaşların seni gitgide kendilerine benzetmeye başladılar. Bunları fark etmiyorsun, onlarla bulunduğun, onlarla birlikte olduğun sürece kendini toparlayamazsın. Onlardan ayrıl, onları bırak! Kötülerle arkadaş olmak insanı kötü, iyilerle dost olmakta insanı iyi şeyler yapmaya sevk eder. Her yıl senin gibi yeni öğrenciler gelir, burada edindiği arkadaşlar, onları fenalığa kötü şeylere alıştırır, bir kaç ay içerisinde ailesinin yanından gelen masum kızlar, kötülere karışıp kaybolup gider. İlk geldiği zamanki terbiyeyi, sağlam karakterini bozmayan, kötüye uymayanlar biraz olsun ayakta kalabilmiştir. Biz bunları hep gördük. (Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim) diye boşuna söylememişler. Sen oda arkadaşlarına uyma! Kendine iyi arkadaşlar seç, ahlaklı temiz kızlar bul, onlar seni iyiye sevk eder. Aklını başına al, kendini toparla, yoksa sen de senden öncekiler gibi kayıp gidersin. Şimdilik bana müsaade. Bunları seni sevdiğim için bir abla nasihati olarak söyledim. Lütfen bir düşün, eğer ihtiyacın olursa odamı biliyorsun.
— Teşekkür ederim Nihal abla, güle güle...
Yasemin, Nihal ablasının arkasından kendini yatağına zor attı. Adeta bütün vücudu titriyor, elini kolunu oynatamıyor, adım atamıyordu. Söyledikleri kulaklarında uğulduyor, karmakarışık olmuş beyni zonkluyordu. Aslında Nihal ablası, uzun süredir Yasemin’in karma karışık duygularına, adlandıramadığı düşüncelerine tercüman olmuş, sele kapılmış giden birine, tutunacak bir dal uzatmıştı. Yavaşça gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı, durmadan ağlıyor ve (Allah’ım yardım et) diye yalvarıyordu. Uzun süre yatağının üzerinde böylece kaldı. Bir süre sonra kendine geldi, koşarak abdest alıp yatsı namazına durdu. Fakat kendini kontrol edemiyor, namaz kılarken bile gözlerinden süzülen yaşlar başörtüsünü ıslatıyordu. Namazını bitirip dua etti ama öyle içten, öyle samimi bir dua etti ki, Rabbimizin kabul etmeye vaadi olan bir dua:
— Senin dinini öğrenmeyi ve yaşamayı nasip et ya Rabbi, senin sevgini, sevdiklerinin sevgisini, senin sevgine ulaştıracak amellerinin sevgisini ver ya Rabbi!
Öyle ya, Rabbimiz kim neyi isterse, neyi hedeflerse o hedefe ulaşacak yolları ve sebepleri onun önüne çıkarırmış. Yasemin, kendi ayaklarının üzerinde durmayı, para kazanmayı istedi, hedefi buydu. Buna ulaştıracak sebepler onun karşısına çıktı. Hakiki imtihanı düşünmeden dünyadaki imtihanı düşündü. Babası, (Dünyanın bin bir türlü halini düşün, evlenip ortada kalabilirsin, ya kocan bakmazsa, kendi paran olsun) dedi. Onun hedefi de kızının dünya hayatını garanti altına almak oldu. Hâlbuki çok iyi biliyordu ki, rızka Allahü teâlâ kefildi. (Olsun ben devemi sağlam kazığa bağlayayım) dedi. Maalesef sağlam kazık dediği şey, hayal olan bu dünyaydı.
Yasemin hafızasını yitirmiş de, sanki yeniden hafızası yerine geliyormuşçasına eski bildiklerini, okuduklarını hatırlayıp yaşadıklarını da bu süzgeçten geçirdi.
Bir karar aldı: (Kendi yaşadıkları ve bildikleriyle çelişen, aslında hiçbir şey bilmeyen ben, öğretmen olup da ne öğreteceğim ki, yüzme bilmeyen kişinin, boğulmakta olanlara yardım etmesi gibi bir şey bu. Önce kendimi kurtarmalıyım.)
* * *
Nihal’in oda kapısı çalınıyordu.
— Girin!
— Benim abla gelebilir miyim?
— Yasemin, sen misin?
— Evet, abla, senle konuştuktan sonra çok düşündüm. Söylediklerinde haklıydın ve iyi ki söyledin. Beni kendime, aslıma döndürdün, asıl yerimin neresi olduğunu hatırlattın, ben evime, olmam gereken yere dönüyorum, hakkını helal et, seni unutmayacak, arkandan hep dua edeceğim Nihal abla. Allahaısmarladık.
— Yasemin, beni çok şaşırttın. Aslında çok sevindim seni eski haline dönmüş görünce. Hakkımı helal ettim, sen de helal et ve benim için çok dua et, güle güle...
Z. Alkan