Bin nasihatten, bir musibet evladır!

Sessizliği, hâkimin “gereği düşünüldü” sözü bozmuştu. Bir anda gözler hâkime çevrildi. İki genç de hâkimin ne söyleyeceğini merakla bekliyorlardı. Hâkim gayet ciddi, gözlüğün üzerinden her iki genci şöyle bir süzdükten sonra;
— Yaz kızım diyerek, kâtibe kanunların belli sayılarından bazılarını söyleyerek, şiddetli geçimsizlik nedeniyle Erol ve Nergis Kara’nın ayrılmalarına, Erol Kara’nın 1000 TL nafaka vermesine karar verilmiştir.

Erol, derin bir oh çekerek, nihayet kurtuldum diye düşündü. Büyük bir yük üzerinden kalkmış gibi hafif hissediyordu kendisini. Mahkeme çıkışı, avukatıyla görüştükten sonra arabasına atlayarak yola koyuldu. İşinden izin alarak tatile çıkacak, bütün yaşananları unutmaya çalışıp yepyeni bir hayata başlayacaktı. Fethiye’de lüks bir otelde yer ayırtmıştı. Bir haftalık tatil ona çok iyi gelecek, kendini toplamış dinamik, hayata dört elle sarılmış olarak geri dönecekti. “Evet, çok iyi bir karar verdim” diye geçirdi içinden.

Erol, hem araba kullanıyor hem de geçmişinin muhasebesini yapıyordu. Üniversiteden sınıf arkadaşıydı Nergis. Nasıl da sevmişlerdi birbirlerini. Evlenebilmek için babasını ne zor ikna etmişti. Babası, “Bize uygun değil bu kız, giyimiyle düşünceleriyle bizden çok farklı. Ne kadar, sen ne dersen yaparım dese de, yapmaz, yapamaz. Gel bu kızdan vazgeç!” demişse de dinletememişti. Ne kadar haklıymış meğer. Keşke babasını dinleseydi de, bunları yaşamasaydı.

Erol’un babası, zamanında çok çalışmış, hiçbir şeyi yokken çalışması ve Allahü teâlânın emirlerine uyması sebebiyle çok zengin olmuştu. Erol da, bu nimetlerden fazlasıyla nasibini almıştı tabii. Çalışmayı sevmediği için, hep okullarını ite kaka bitirmiş, hatta puanı tutmadığı için, babası, sırf oğlum üniversite mezunu olsun diye, dünyanın parasını verip onu Kıbrıs’ta okutmuştu. Dört yıllık okulu sekiz yılda bitirmiş, Kıbrıs gibi bir yerden gelmek istememişti. Kısaca sefih bir hayat sürmüştü. Okul bittiğinde ise, babasının iş yerinde çalışmaya başlamış, hatta evlenince bari dışarıdan kimselerle çalışmasın diye, babası gelini Nergis’i de işe almıştı. Tabii buna çalışmak denirse! İstedikleri saatte gidip istedikleri saatte işe geliyorlar, kasadan istedikleri kadar para alıyorlar, istedikleri yerde istedikleri gibi yiyip içip, geziyorlardı.

Evliliklerinin başında bunlar nefse çok hoş geliyordu, ancak zamanla bu hayat sıkıcı olmaya başlamıştı. İşten çıkıp dışarıda yemek yemek, sağda solda gezmeler, nereye kadar devam edecekti. Artık evde yemek yemek, evde sohbet etmek, temiz ve düzenli bir evde oturmak, hep ütülü elbiseler giymek, ayaklarını uzatıp rahatça yatabileceği bir ev istiyordu. Oysa Nergis bunlara yanaşmıyordu. Kıyafetler kirlenince çöpe atılıyor, yıkanıp temizlenmiyordu. Kıyafetler ütülenmiyor, kuru temizlemeye gönderiliyordu. Erol evlilikten beklediğini bulamamış, mutsuzluk içinde mutlu olmaya çalışıyordu.

Annesini düşündü, annesi hanımı gibi davranmıyordu. Tam bir hanımefendiydi. Yemeğiyle, temizliğiyle, eşiyle ilgilenmesiyle, akraba ve arkadaşlarına davranışlarıyla, tam bir hanımefendi… Babasıyla nasıl da omuz omza verip çalıştıklarını hiç unutmuyordu. Oysa Nergis hiç öyle biri değildi. Erol artık evde oturmak istediğini, dışarı çıkmaktan yorulduğunu söyleyince kıyametler kopuyor, ben sıkılıyorum bunalıyorum bahaneleriyle huzursuzluk çıkartıyordu. Bir gün babası:
— Bak oğlum, kasada çok açık veriyorsunuz, gereksiz harcama yapmayalım. Karınla konuş, bir giydiğini bir daha giymiyor, bu kadar kılık kıyafetle dünyadaki bütün çıplaklar giydirilir. Yazık, israf böyle giderse ben bunun altından kalkamam. Kendinize başka bir yerde iş bulursunuz dedi.

Erol babasına çok kızmış, kırılmıştı. Hatta el altından başka bir yerde iş aramaya başlamıştı; ancak böyle rahat, böyle bol para veren bir yer bulamadı. Nergis’le konuşmaya her şeyi anlatmaya çalıştı; ancak Nergis buna çok büyük tepki gösterdi;
— Zaten bize bırakmayacak mı mallarını, ne diye böyle davranıyor ki, biz de benim babamdan yardım isteriz, boş ver diyerek değişmek niyetinde olmadığını ifade etti.

Nergis’in babası da çok zengin bir iş adamıydı, biricik kızının bir dediğini iki etmezdi. Bu yüzden şımarık, bir o kadar da iş bilmez bir kızdı Nergis.

Erol hem araba kullanıyor hem de bunları düşünüyordu. Derin bir oh çekti.

— Çok şükür kurtuldum. Namaz vakti girmiş, hem mola vereyim, hem de namazımı kılayım dedi. Bir tesiste mola verdi. Abdest alarak mescide girdi. Mescitte kendisi gibi genç birkaç kişi, bir de yaşlı bir amca namaz kılıyorlardı. O da durup namazını kıldı. Mescitte o ve yaşlı amcadan başka kimse kalmamıştı. Yaşlı amca uzun süre dua etti, sanki onun namazını bitirmesini bekliyordu. Herhalde bir şeyler söyleyecek diye düşündü. Duasını yaptıktan sonra, amca yanına yaklaşarak:
— Allah kabul etsin evladım. Senin gibi çocukların namaz kılması beni çok mutlu ediyor, gençlikten umutlanıyorum.
— Sağ olun amca.

Erol anlamamıştı amcanın neden böyle söylediğini. Babası, “Ne olursa olsun namazınızı bırakmayacaksınız” derdi. O zaten hep kılmaya çalışırdı. Gerçi okul döneminde ve evliliğinin başlarında bırakmıştı ama sonradan namaz kılmaya tekrar devam ediyordu.

Yaşlı adam mescit çıkışı kendi kendine mırıldandı.
— Allah Allah, hiç ummazsın böyle birinden. Ya Rabbi, sen nelere kadirsin, hidayet senden.

Erol, amcanın sözlerini duymuştu. Ellerini yıkayıp yemek yemek için lokantaya geçti. Lavaboda kendine dikkatle baktı. Saçları uzun ve atkuyruğu şeklinde bağlı, üstelik kulağında küpe vardı. Gülümseyerek, “Amcanın ne demek istediğini şimdi anlıyorum” diye düşündü.

Yemeğini yedi ve yola koyuldu. Yol bir hayli uzundu. Mescitteki amcanın sözleri kafasına takılmıştı. Aslında hiç de göründüğü gibi değildi. Babası ahlaki bilgileri çok güzel vermişti, öğretmek için çok uğraşmış, hatta kötü insanlardan uzak tutmak için elinden geleni yapmıştı. Doğru bir itikat, ilmihal bilgileri ve tabii ki Kur’an-ı Kerimi öğrenmişti. “Ne garip, ben yıllardır dinini bilen bir ailede ve dinini bilen yaşayan bir çevre bulunmuş insanım, amcanın dediğine bak!” diye düşündü.

Nefsine ağır gelmişti bu sözler. Belki de kendini doğru ve iyi bir Müslüman olarak görüyordu. Dikiz aynasından kendine baktı. Gerçekten bu o muydu? Farklı görünüyordu, bekli de amca böyle düşünmekte haklıydı. Bütün bunları düşünürken, uzun süredir kornaya basan TIR’ın sesiyle arabayı sağ şeride çekti. Az kalsın kaza yapıyordu. Kendini toparladıktan sonra yola devam etti. Artık Fethiye’nin kıvrımlı, bir tarafı ağaçlarla kaplı uçurumlu yollarına gelmişti. Ağaçların yüksekliğinden uçurumu fark edemiyordunuz; ama mavinin tonlarındaki denizin dibini görebiliyordunuz. “Çok güzel bir manzara, yeşil ve mavi insanı dinlendiriyor” diye söylendi. Tekrar babası geldi aklına. Aslında babam bana gereken her şeyi öğretmeye çalışmıştı. Ne kadar da uğraşmıştı benim için, sonra neden böyle oldu? Şu hayatta her şeyi yüzüme gözüme bulaştırdım. Evlendim, düzgün bir evlilik yapamadım. Ayrıldım, malın mülkün içinde kıymetini bilemedim, şimdi başkalarının yanında çalışıyorum, üstelik babamı da iflas ettirdim. Hiçbir şeyde başarılı olamadım. Dünyayı kazanamadım, hâlâ peşinden koşuyorum, yakalayamadım. Ahireti ise hiç bilemiyorum. Allah’ım ben ne olacağım diye kendi kendine sesli konuşurken, gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı.

Bir an önünü göremedi, araba sağa sola zikzaklar çiziyor, yanından geçen arabaların firen sesleri ve korna sesleriyle daha bir panikleyen Erol, direksiyon hâkimiyetini kaybetti. Uçuruma doğru gidiyordu. Acı acı firen seslerinin ardından kendini uçurumda buldu. Kısa bir baygınlıktan sonra etrafına bakındı. Uçurumdaki bir ağaca takılmış aşağı düşmekten kurtulmuştu. Bu durumu anlaması uzun sürmedi. Ne yapacağını düşündü. Gelen giden yoktu. Uzaktan araba sesleri geliyor; fakat yardıma gelen giden yoktu. “Allah’ım ne yapacağım ben şimdi nasıl kurtulacağım” diye kendi kendine, yüksek sesle konuşmaya başladı:
— Allah’ım yardım et, bu kendini bilmez, aslını unutmuş şaşkın kuluna yardım et! Hemen ambulansı aramalıyım, fakat telefon çalışmıyor, şarjı bitmiş. Eyvah! Kurda kuşa yem olacağım, ne yapacağım şimdi? Dua etmeliyim, başka hiçbir şey yapamıyorum. Birilerinin beni fark etmesi için dua etmekten başka bir şey yapamıyorum. Arabadan dışarı çıkamıyorum. Ya Rabbi, beni affet, çok hatalar ettim. Bildim ama yapmadım, fırsat verdin ama şükretmedim. Şimdi sana ne yüzle gelirim? Beni affet, bana yardım et! Tevbe ediyorum. Kendimi toparlayacağım. Bana yardım et, sana söz veriyorum.

Gözlerini kapattı, arkasına yaslandı. Babasının darda kaldığında “Allahü teâlânın sevgili kullarından yardım iste, onları vesile ederek yapılan dua kabul olur” sözlerini hatırladı. Tövbe ederek, samimi kalble, bildiği bütün âlimlerin isimlerini sıralayarak, onları vesile ederek dua etti. Daha duasını bitirmeden bir ambulans sesi işitildi. Ambulansın sesi git gide yaklaşıyordu ve nihayet Erol’a ulaştılar. Ancak arabanın çıkarılması için vinç gelmesi gerekiyordu. Uzun uğraşlardan sonra arabayla birlikte Erol’u kurtarmayı başardılar. Erol dualar ediyor, şükürler ediyor, sözler veriyordu. Ya ölüp gitseydi, Rabbine nasıl cevap verecekti. Artık bildiklerini uygulayacak, bilmeyenlere öğretecekti. Uçurumdan dönmüştü. Bir daha uçurumun kenarında dolaşmayacaktı...