Kıymetli inci
Hacer ninenin ahşap kapısı önünde bir otomobil durdu. Kısa bir süre sonra kalın tokmak, tarihi kapıyı dövmeye başladı. Hacer nine cumbalı odanın kafesli penceresinden aşağı bakarak, kimin geldiğini görmeye çalıştı; ancak gözleri iyice bozulduğu için geleni seçemedi. Kalın tokmak kapıya gelenin erkek, ince küçük tokmak ise kapıya gelenin hanım misafir olduğuna işaret ettiğini bildiği için, beyaz namaz başörtüsünü örtünüp yavaşça yerinden kalktı. Ahşap merdivenin tırabzanlarından tutunarak, dikkatlice aşağıya, kapıyı açmaya indi. Bu tarihi yapının, tıpkı ev sahibesi Hacer nine gibi, heybetli ve vakur, bir o kadar da mütevazı olan kapısı gıcırdayarak, hafifçe aralandı. Kapı aralığından başını uzatan Hacer ninenin yüzü, bir anda mütebbessim bir hal aldı ve heybetli kapı, tanıdık birilerini kucaklıyor gibi ardına kadar açıldı.
— Selamün aleyküm babaanneciğim, seni ziyarete geldik.
— Ve aleyküm selam ve rahmetullahi ve berekatühü. Aman, benim torunlarım gelmiş. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Buyurun yavrularım, yukarı çıkalım. Güzel kızım, Süleyman torunum, kapıyı kapayıp sürgüleyiver oğlum, sana zahmet!
— Tabi babaanneciğim, siz çıkın, ben kapatıp gelirim.
— Güzel kızım, gel bakalım, elindekiler nedir yavrum?
— Babaanneciğim, börekle kek yapmıştım, Süleyman beyle hem ziyaret edelim, hem de bahçede çay içer sohbet ederiz diye düşündük, rahatsız etmedik inşallah…
— O nasılsız söz güzel kızım, her zaman başımla beraber, ne iyi ettiniz. Ben de pencere önünde, tesbih elimde uyukluyordum. Haydi, buyurun oturun şöyle, gel kızım, sen yanıma otur. Çok özlemişim. El öpenleriniz çok olsun evladım!
— Gelini bulunca öz torununu unuttun babaanneciğim. Ver, elini öpeyim.
— Kıskanma oğlum, sen de öbür yamacıma otur, gel! Pek göresim gelmişti, ne iyi ettiniz de geldiniz.
— Şaka yaptım benim canım babaanneciğim. Biz de seni çok özlemiştik. Gidelim, hem duasını alalım, hem de bahçede çay içeriz diye düşündük.
— Söyleyin bakalım nasılsınız? İyi misiniz? Neler yapıyorsunuz?
— Elhamdülillah iyiyiz, ben işe gidip geliyorum, Nefise hanım da evde.
— Öyle mi güzel kızım? Neler yapıyorsun evde, anlat bakalım!
— Hiç, aslında pek anlatılacak bir şey yok. Ev temizle, yemek yap, ütü yap, bildiğiniz işler işte.
— Süleyman, sen bahçede semaveri yak, biz de gelinimin getirdiği yiyecekleri hazırlayıp bahçeye inelim, çaylarımızı içerken sohbet ederiz.
— Tamam, bir saate kalmaz çayınız demlenmiş olur. Hanım sultanlar, siz de çay sofrasını donatırsınız, haydi ben işe başlayayım.
— Süleyman gitti. Anlat bakalım güzel kızım, nasıl gidiyor evliliğiniz? Memnun musun bizim deli oğlandan?
—Çok şükür babaanneciğim, bir sıkıntımız yok. İyi anlaşıyoruz, beni hiç kırmıyor, üzmemeye çalışıyor ancak…
— Evet, ancak…
— Çok kıskanç!
— Nasıl yani, bu iyi bir şey değil mi yavrum?
— İyi bir şey; ama yeni evlendiğimizde çok hoşuma gidiyordu, artık bu davranışları beni bunaltmaya başladı.
— Peki, ne yapıyor da seni bunaltıyor?
— Ne bileyim, yalnız sokağa çıkmamı istemiyor, otobüse, dolmuşa binerek bir yere gitmeme izin vermiyor. Bir yere gideceğim zaman, kendisi beni götürüyor, hatta gideceğim evin kapısına kadar, apartmana beni o çıkartıyor. Eve dönerken de yine, kapıya kadar gelip birlikte çıkıyoruz. Çarşı pazar zaten hep beraber gidiyoruz, alışveriş merkezlerine götürmek istemiyor. İşte bunun gibi şeyler, artık sıkılıyorum babaanne, ben kendim asansöre binemez miyim, kendim merdivenleri inemeyecek kadar aciz miyim? Apartman komşularımdan birçoğuyla, iyi insanlar olmadığı gerekçesiyle görüştürmek istemiyor. Neden böyle yapıyor, anlamıyorum?
— Ah benim güzel kızım! Derdin bu muydu? Ben de önemli bir şey var sandım.
— Belki gülüyorsunuz ama beni bunaltıyor, bu kadarı da fazla değil mi?
— Bak kızım sen istiridyeyi bilir misin?
— Evet, içinden inci çıkan denizlerdeki o şey değil mi?
— Hah, doğru bildin! İstiridyenin içindeki inci çok kıymetlidir. Bu kıymetli şeyi, istiridye vermek istemez, bu yüzden onu koruması için Allahü teâlâ sert kabuklar vermiş. Bu kabukları sıkı sıkı kapatır istiridye, inciyi çaldırmamak ve başkalarına vermemek için. Çünkü istiridyenin en değerli şeyidir inci ve onu korur. İnciyi aldıktan sonra bir kenara atarlar, istiridye artık bir işe yaramaz, bir kıymeti kalmamıştır o kalın kabukların. İşte kadın da erkeği için bu kıymettedir. Dinini bilen her erkeğin görevidir hanımını korumak. Bu senin anladığın anlamda kıskançlık değil. Allahü teâlânın biz insanlara verdiği bir nimettir. Erkek kıskanç olmazsa, hanımını kötü gözlerden, kötü davranışlardan nasıl koruyacak? Onun için, inci gibi olan yani kıymetli cevher olan hanımlarımız kızlarımız, beyleri tarafından elbette korunmalıdır. Sen altın takılarını ortada bırakır mısın? Bırakırsan hırsız onu çalar. O zaman nasıl korursun onu, hatta öyle korursun ki, varlığını bile kimseye göstermezsin, ta ki görürler de benden alırlar diye. Süleyman seninle neden evlendi, neden seni tercih etti, bir düşün; çünkü seni ana baban bir cevher gibi saklamış, güzel terbiye etmiş, saf, temiz yetiştirmiş. Sende kendini korumak için örtünmüşsün, kıymetini göstermemişsin saklamışsın. Sen onun için kıymetli bir cevhersin. Cevhere sahip olan kişi, onu kaldırıp sokağa atmaz. Ne yapar, saklar. Söylemek istediklerimi anladın mı kızım?
Ha, bu kadar da olmaz diyorsan, ona da şöyle söyleyeyim. Cevherin kıymeti ne kadar çoksa, o kadar çok korunur. Rahmetli deden, bu konuya çok dikkat ederdi. Yolda yürürken köşe başına gelecek olsak, önce o köşeyi dönerdi ki, ola da ben bir erkekle karşılaşmayayım. Kalabalık yerlere götürmezdi, insanların çok bulunduğu yerlerde birbirlerine muhataplıkları çok olur. Benim hanımım, benim cevherim, başkasının cevheri olamaz derdi. Yolda bir arkadaşıyla karşılaşsa, görüşmek zorundaysa benden biraz uzaklaşır, kısacık görüşür, beni yalnız bırakmazdı. Hem benim herkesle görüşmemi istemez, Müslüman, dinini bilen hanımlarla görüşmemi isterdi. (Bazı hanımlar dedikoducu olur, başkalarından sana haber taşır, sana başkasını anlatan seni de başkalarına anlatır. Anlattıkları yalan yanlış şeyler, senin huzurunu kaçırır. Böylece senin, ne dünyana, ne de ahiretine faydalı olur. Öyleyse ne diye boşa vakit geçiresin) derdi. Diyorsun ki, ben merdivenleri yalnız inebilirim, asansöre binebilirim. Elbette yalnız inip çıkabilirsin; ama bir düşün, sen inerken bir başka kişi de merdivenden inse, uygunsuz bir şey söylese, aynı şekilde asansörde biri durdursa tanımadığın bilmediğin bir adamla aynı asansörde olsan, halvet olabilir. Beylerin görevi hanımlarını kötülüklerden korumak yani dinini korumak, harama bulaşmalarını önlemektir. Beyin seni sevdiği için bütün bunları yapıyor, tıpkı dedesinden gördüğü, öğrendiği gibi. Ne demişti, hanım sultanlar, bir saat sonra gelin demişti. Sen onun hem evinin, hem de gönlünün sultanısın benim güzel kızım, hâlâ anlamadın mı?
— Hanım sultanlar, haydi çay hazır, gelin artık, karnımız acıktı...
— Haydi, al bakalım şu tepsiyi de bahçeye inelim artık, yoksa büyük sultan bize kızacak.
Süleyman babaannesiyle hanımını böyle görünce:
— Allah muhabbetinizi arttırsın, ne gülüşüyor, ne fısıldaşıyordunuz öyle, yoksa beni mi çekiştiriyordunuz?
— Tövbe de oğlum, neden seni çekiştirelim? Gelin kızımla İslamiyet’e uyan bir ailenin ne denli huzurlu olduğunu konuşuyorduk.
— Hakikaten babaanne, insanlar İslamiyet’in emir ve yasaklarına uysalar, yani herkes uysa, şu toplumda ne cinayetler, ne kavgalar, ne de savaşlar olurdu. Ne olurdu herkes uysaydı kurallara, hem dünya, hem ahiretleri mamur olurdu.
— Herkes bilseydi ve uysaydı yavrularım, kimse hırsızlardan, gelip de bendeki cevheri alacak diye korkmazdı.
— Ne cevheri ne hırsızından bahsediyorsun babaanne.
— Erkek kadın her müminde birçok kıymetli cevher vardır. Bu cevherlerin peşinde de hırsızlar vardır. Cevher dediysem sizin bildiğiniz cevherlerden değil öyle kıymetli ki iki cihanda da geçer akçe, anlayacağınız; ama bu cevherin peşindeki hırsızlar bildiğiniz hırsızlardan değil. Öyle kurnaz, öyle sinsi, öyle acımasız ki, siz farkında olmadan elinizdeki cevheri alıverirler de ruhunuz duymaz. Onun için çok uyanık olmalı, iyi sahip çıkmalı, kimselere kaptırmamalı. Söylediğim cevher, yani kadın erkek her müminde olan en kıymetli cevher, iman cevheridir. Bunun hırsızları da din hırsızlarıdır. İnsanların imanını çalmak, doğru bildikleri dinlerini bozarak, yanlış şeyler öğreterek, cevher olan kıymetli imanlarını ellerinden almaya, onları iki cihanda da azıksız, akçesiz bırakmaya çalışırlar. Bunun için türlü hilelere başvururlar. İşte bu hırsızlar sizin benim bildiğim hırsızlar gibi değildirler. Çok uyanık olmalıyız yavrularım. Bunun yolu dinimizi doğru olarak öğrenmek ve öğretmekten geçer. İslam âlimlerinin kitaplarını okumaktan geçer. Siz öğrenin ki, bir başka cevher olan çoluk çocuğunuza öğretebilesiniz, onlar da kendi evlatlarına öğretsinler, böylece hep birlikte ahirette mesut olanlardan olalım.
— Babaanneciğim Allahü teâlâ sizden razı olsun. Gönüllere ferahlık veren sohbetinize bayılıyorum, hele anlatırken verdiğiniz örnekler öyle akılda kalıcı oluyor ki! Her geldiğimizde mutlaka bir şeyler öğrenerek ayrılıyoruz yanınızdan.
— Allahü teâlâ sizlerden de razı olsun, iki cihan saadeti nasip etsin! Ne mutlu bana ki, bunları anlatabileceğim torunlarım var.
— Babaanne, izin verirsen biz kalkalım. Hanım, hazırlan da çıkalım artık!
— Tamam; ama biraz müsaade et de, hiç olmazsa ortalığı toplayıp, babaanneme verdiğimiz zahmeti hafifletelim.
— Estagfirullah, ne zahmeti kızım? Faydalı bir zaman geçirdik elhamdülillah. Müsaade sizin, Allah yolunuzu açık etsin, konuştuklarımızı unutma emi güzel kızım! Ha, bir de hırsızlara dikkat edin çocuklar! Allaha emanet olun…
Z. Alkan