Büyükler çok büyük
Siyah bir otomobil, iki katlı tarihi konağın önünde durdu. Kapının tokmağı birkaç kez çalındı. Kapı üzerindeki ahşap kafesli pencereden bir baş uzanarak bakıp çekildi.
— Koş bey koş, geldiler, sen kapıyı açıver!
— Ne bu heyecan hatun, kim geldi?
— Aman bey, kim olacak, çocuklar geldi. Haydi, bekletme, sen açıver kapıyı! Ben zor inerim merdivenleri.
— Demek nihayet geldiler ha, ben açıyorum sen yavaş in merdivenleri.
* * *
Ender dede yavaş yavaş kapıya ilerledi, kapı gıcırdayarak ardına kadar açıldı. Kapı açılır açılmaz:
— Dedeciğim! Canım dedeciğim, diye iki torunu da dedelerinin kucağına atladı.
— Durun afacanlar, düşüreceksiniz beni, hoş geldiniz, sefalar getirdiniz, gelin bakalım, gözümüz yollarda kaldı. Haydi, koşun bakalım içeri. İçeride koklaşalım. Ananız, babanız nerede?
— Onlar arabadan bavulları indiriyorlar.
— O zaman yardım etmek lazım değil mi?
— Haklısın dedeciğim, annemleri unuttuk.
— Oğlum yardım edelim, ver bana bavulun birini.
— Estagfirullah babacığım, siz zahmet buyurmayın, Enes yardım eder. Al bakalım Enes, sen götür bavulu içeri!
— Bari sana yardım edeyim kızım. Ver elindeki poşetlerin bir kısmını!
— Yok, babacığım Zeynep götürür. Değil mi kızım?
— Tabi anneciğim, ver haydi.
O sırada kapıda beliren Nefise nine beyaz başörtüsünü iyice kapatıp:
— Aman aman, kimler gelmiş, benim güzel torunlarım gelmiş, maşallah. Haydi girin içeri de, bir sarılayım, koklayayım sizleri.
— Torunları görünce bizi unuttun anne. Bize hoş geldin yok mu?
— Olmaz mı kızım, olmaz mı? Hoş safa geldiniz benim güzellerim. Aman ne de özlemişim!
— Ver elini öpelim anacığım. Oh! Kokunu bile özlemişim.
— Hadi oradan haylaz, yemek kokuyorum.
— Ooo, ne pişirmiş bizim Nefise sultan bakalım?
— Dokunmak yok, hep birlikte yiyeceğiz. Açmasana tencerelerin ağzını kızım. Haydi, çok acıktıysanız hemen yiyelim. Biz de yemedik, bu saate kadar sizi bekledik.
— Zeynep, haydi kızım, yardım edelim anneannene.
— Peki. Anneciğim, dedemi bir daha öpüp, geliyorum. Canım dedeciğim benim.
— Tamam kızım tamam! Yanaklarımı bitirdin bak, Enes’e kalmadı.
— Merak etme dede, ağabeyime de yeter bana da.
— Bak laf ebesine. Koş bakalım, sofrayı hazırla, görelim nasıl bir genç kız olmuşsun.
— Aman dedeciğim, bunun hazırladığı sofradan ne olacak, mutlaka bir şeyi sofraya koymayı unutur. Ya da getirirken döküp devirir.
— Abiii, arkamdan konuşma, söylediklerini duydum.
— Duyarsan duy, napalım, yalan mı yani?
— Dede ya, şu abime bir şey söyle!
— Dokunmayın benim kızıma!
— Eee, anlat bakalım damat, çocukları bulduk, sizi unuttuk, kusura bakma; ama bak şu sessiz konak nasıl da canlanıverdi varlığınızla. Neşe kattınız, iyi ki geldiniz! Nasıl geçti yolculuk, rahat gelebildiniz mi?
— Elhamdülillah babacığım çok rahattı. Yolda, namaz molasının dışında pek durmadık. Onun için biraz erken geldik.
* * *
O gün tarihi konak bir başka güzeldi. Çocuklar yemekten sonra, özledikleri konağın o ahşap kokusunu içlerine çekerek oda oda dolaştılar, özlem giderdiler. Gülüşmeler, konuşmalar geç saate kadar devam etti. Gecenin sonu geldiğinde yorgunluktan herkes zor düştü yatağa. Nefise nine, torunlarının üstünü örterken sevgiyle baktı, öptü, kokladı, dualar etti torunlarına.
— Uyudular mı hatun?
— Evet bey, herkes uyudu çok yorulmuşlar galiba
— Sen yorulmadın mı sanki, günler önceden baklavalar, börekler, mantılar yapmadın mı?
— Onları gördüm ya, bütün yorgunluğum gitti bey. Onlar bu konağın neşesi.
— Haklısın hatun; ama artık yatalım. Yoksa sabah namazına kalkmakta zorlanırız.
* * *
Nefise nine erkenden kalkmış, abdestini almış, torunlarını sabah namazına kaldırmak için odalarına gelmişti. Tam seslenecekti ki, gelen din don sesleri çocukları uyandırdı.
— Ne oluyor, bu ses nedir anneanne?
— Bir şey değil yavrum. Sabah namazı vaktinin girdiğini haber vermek için demeye kalmadı, hışırtılı boğuk bir hoparlörde müezzinin sesi geliyordu. Haydi, çocuklar, kalkın namazları kılalım, dedeniz abdestini aldı, cemaatin hazır olmasını bekliyor.
— Tamam, anneanne geliyoruz.
* * *
Abdestini alan, aşağıdaki salonda saf tutmuştu. Ender dede imam oldu, sabah namazını hep birlikte kıldılar. Dualar yapıldı, sabah kahvaltısı hazırlığı başladı. Ender dede torunlarını ve damadını alarak sedirde sohbete başladı. Çocukların en çok hoşlarına giden, sabah namazından sonra yaptıkları bu sohbetlerdi.
— Dedeciğim sabah anneannem bizi tam kaldıracakken bir din don sesi geldi. Bizim orada bu ses yok, neden böyle bir şey yapılmış.
— Ah yavrucuğum burada önce bir din don sesi veriyorlar, sonra arkasından bütün minarelerde aynı anda başlayıp aynı anda biten, cızırtı ve hırıltılı bir ses yükseliyor. Şehrin her yerinde aynı anda başlayıp aynı anda da bitiyor. Merkezi sistem miymiş neymiş, yeni bir uygulama başlatmışlar. Biz de ilk duyduğumuzda çok garipsedik, bir tuhaf olduk, ne oluyor diye müftülüğe gidip sorduk; ama doğru dürüst bir cevap alamadık. Eee, gariplikler artarak devam ediyor. Eskiden ezan-ı Muhammediye yükseğe çıkılarak, yani minaredeki şerefeye çıkılarak okunurdu. O güzel sesli müezzinler ezanı bir okurlardı ki, yer gökler inler, kuşlar dinlerdi. Ah ah, nerde o günler! Rahmetlik dedemin sesi çok güzeldi. Camide ezanı, özellikle de sabah ezanını Ender dedeme okuturlarmış. O okuduğunda herkes duygulanır, daha bir huşuyla namaza dururlarmış.
— Aaa, dedeciğim, senin dedenin adı da mı Ender’di?
— Evet yavrum. Bana dedemin adını koymuşlar. Ben de sizin gibi dedemi çok severdim. Dedem benim her şeyimdi. Bütün bildiklerimi dedemden öğrendim. Sizlerden küçüktüm, teyzelerimin çocukları şu gördüğünüz konağın bahçesinde oyun oynarken ben de tıpkı şu an sizin gibi, dedemin dizinin dibinde onu soru yağmuruna tutar, dedem anlattıkça yeni sorularla onu bunaltırdım. Dedem bıkmadan, usanmadan bana dini bilgiler anlatırdı. Saatlerce sohbet ettiğimiz olur, dedem benim öğrenip öğrenmediğimi kontrol etmek için arada sözünü keser ve bana sorular sorardı.
— Dedeciğim bize dedeni anlatır mısın?
— Elbette anlatırım; ama önce kahvaltımızı yapalım sonra sohbet edelim haydi bakalım.
* * *
Hep birlikte kahvaltı yapıldı. Sofra duasının ardından, Ender dede damadıyla birlikte bahçeye çıktı. Hem bahçeyi suladılar, hem de sohbet ettiler.
— Bak oğlum, ne de güzel açmış güller, şu sarmaşıklara bak. Bu sarmaşıkların filiz veren uçlarını doğru ipe sardırmazsan, gidip başka yerlere kol atıyorlar. Sonra da onları ayırıp olması gereken ipine sardıramıyorsun, ne tuhaf şey değil mi? Bak mesela şununla ilgilenmeyi unutmuşum, gitmiş hangi taraftaki ipe kol atmış. Oysa hemen buraya sarılması gerekiyordu. İlgilenmeyince böyle oluyor. Ben bu sarmaşık filizlerini çocuklara benzetiyorum. Eğer sürekli ilgilenmezsen, doğru ipe sardırmazsan, doğru yolu göstermez, öğretmezsen, gidiyor başkasının ipine, yanlış ipe sarılıyor. Evlatlarımız bizim filizlerimiz, kökleri ne kadar kendimiz olursak olalım başka ipe sarıldıktan sonra, o ipten ayırmak zor oluyor. Bazen de kopup çürüyorlar. Tıpkı şu gördüğün filiz gibi...
— Babacığım hayranım sizin örneklerinize nereden buluyorsunuz bu örnekleri bilmiyorum ama söylenmek isteneni güzel ve akılda kalıcı anlatıyor insana.
— Aslında her şey bir ders insana, sadece nasıl bakılacağını bilmek lazım... İşin püf noktası olaylara İslam âlimlerinin gözlüğüyle bakmak… Hepsi bu...
— Siz basit gibi söylüyorsunuz da, bu gözlüğü bulmak o kadar kolay değil anlaşılan.
— Haklısın, gözlük için gözlükçüye, doğru gözlük için de göz doktoruna gitmek lazım. İyi bir göz doktoru, iyi bir gözlükçü sana bunu sağlayabilir. Nereden bulacaksın bunları. Önce dua edeceksin, samimi bir dua... Sonra doktorunu araştıracaksın, onun tavsiyelerine harfiyen uyacak, dediği gözlükçüye gidecek ve talimatına uygun gözlük kullanacaksın. Kısacası İslam âlimlerini kendine rehber edinip onlar gibi olmaya çalışacaksın, sonrası kendiliğinden gelir.
— Çok güzel, çok doğru sözler bunlar. Allahü teâlâ razı olsun efendim. Şimdi bana müsaade ederseniz, memleketi özlemişim, gidip biraz eski arkadaşları, baba yadigârı dostları ziyaret etmek istiyorum.
— Estagfirullah, elbette çok iyi olur. Baba yadigârı büyükleri unutmamak ahde vefadır. Ahde vefa da imandandır. Haydi, güle güle selametle.
* * *
Enes ve Zeynep bahçe kapısından koşarak girerler,
— Dede, dedeciğim hani bize kendi dedeni anlatacaktın, ne zaman anlatacaksın.
— Benim bahçe sulama işim bitti. Haydi, oturun sedire de, anlatayım. Yalnız Zeynepçiğim, sen içeri git, benim kıtlama şekerimle çayımı al gel kızım! Sohbet böyle daha güzel olur, zira bu hikâye biraz uzun sürebilir.
— Hemen dedeciğim.
— Enes, sen de gel, şöyle yanıma otur bakalım!
— İşte, getirdim dedeciğim. Buyurun afiyet olsun.
— Sağ olasın benim güzel kızım, eline sağlık! Evet, nerede kalmıştık. Haa dedem, Allahü teâlâ rahmet eylesin. Mekânını cennet eylesin. Her şeyi dedemden öğrendim demiştim, değil mi? Çocuklar, aslında Ender dedem buralı değil, Artvin’in dağ köylerinden. Rus sınırına yakın köylerinden gelmiş buraya. 93 Rus harbinde Rusların zulümlerine dayanamayıp kaçmaya karar vermiş. Dedem babayiğit bir delikanlı, 15–16 yaşlarında. Önce Hopa limanına, oradan bir gemi ambarında Samsuna gelmiş, annesinin verdiği iki üç altınla. Eskiden vasıtalar yok, yoksulluk diz boyu. Dedem limanda yük boşaltarak birkaç kuruş kazanmış, daha sonra kazandıklarını yol parası yapıp buraya gelmiş. Buraya gelince çalışması lazım... Kalacak yer yok, birkaç gün burada elindeki parayla geçinmiş, bir taraftan da yapabileceği bir iş aramaya başlamış. Burada o zamanlar bir âlim zat varmış. Talebeleriyle tarla eker, ekin kaldırırmış, onunla ihtiyaçları görürlermiş. İşte dedem bu âlim zatın kapısına gitmiş, durumunu arz etmiş. Bu zat da, sana verecek maddi bir şeyim yok; ancak burada yatacak bir yer verebilirim demiş. Dedem kabul ederek burada senelerce hizmet etmiş. Bu arada da dini bilgiler öğreniyormuş. Dedem, aza kanaatle çok şey kazanmış anlayacağınız. Gel zaman git zaman, dedemin evlilik yaşı gelmiş; fakat evini geçindirecek imkânı yok. Dedemin ahlakını, çalışmasını beğenen bu hoca efendi kızını dedeme vermek istemiş. Dedem kabul edince, bu konağın bahçesine küçük bir kulübecik yapalım, orası sizin eviniz olsun demiş. Tabii bu konak o zaman yokmuş, sonradan yapılmış. Ayşe anneannemi dedeme nikâhlamışlar. Bu kerpiç kulübede, dedem evlenmiş. Ayşe anneannem terzilik yapar, elbise diker, dedem gidip pazarda satar, öyle geçimlerini sağlarlarmış. Dedemin kayınpederi olan bu zat, kadılık yapmış sonraki zamanlarda. Kadılık müessesi kaldırılınca, müftüsü olmayan bu memlekette, fahri olarak müftülük yapmaya başlamış. İşte o zamanlarda bu konak, müftü konağı olarak yapılmış. Müftü efendi dedemin vefatından sonra, bu konak miras yoluyla Ender dedeme kalmış içindekilerle birlikte.
— Dedeciğim içindekilerle dedin, içinde herhalde altın şamdanlar, kıymetli halılar falan vardır, bunlar nerede şimdi.
— İlahi çocuk! Ne kıymetli eşyası, bu zatlar böyle şeylere değer vermezler. Ben içindekiler derken, kıymetli din kitaplarından bahsetmiştim. Tabii bu kitaplar Osmanlıca kitaplar. Benim anneannem Osmanlıca okumayı bilir, yazmayı bilmezmiş. Dedemse bu kitapların hepsini, hem de birçok kez okumuştur. Kendisine soru soranlara, bilse bile kitaptan açar, okur, yerini gösterirmiş. Hatırlıyorum, dedem gözlüğünü takar, bana (Şu kitaplıktan şu sıradaki deri kaplı kitabı ver bakalım) diyerek okumaya başlardı. Saatlerce kitap okur arada bir (ya ya, Allah Allah) gibi sözler söylerdi. Her kitabı kapattığında da, (Büyükler çok büyük) derdi. Bu sözleri hâlâ kulağımdadır. Dedeme, haydi dedeciğim bana bir şeyler anlat derdim dedem de, ne anlatayım, sor söyleyim, söyle dinleyim derdi. Sen sor dedecim derdim, peki öyleyse, söyle bakalım ef’al-i mükellefin kaçtır derdi. Sekizdir deyince, say bakalım derdi. Ben sayardım, eksiklerim olursa dedem düzeltir, tamamlardı. Dedeciğim kendi evlatlarını da böyle yetiştirmiş.
Ben daha 16 – 17 yaşlarımda dedemi kaybettim. Dedemin vefatı beni çok üzmüştü. Sevdiğim, sohbet edebildiğim bir arkadaşımı kaybetmiştim. Aradan geçen yıllarda okul, çalışma, evlilik, kısaca dünya telaşı derken, dedemin anlattıkları hafızamdan silindi. Bir gün çalışıyordum, iş arkadaşlarımdan biri her gün gazete alırdı, onun aldığı gazeteyi okumaya başladım. Ne olduysa işte o zaman oldu. Gazeteyi okumaya başladığımda adeta dedemle sohbet ediyordum. Gazeteye öyle dalmışım ki âmirimin, (Ender bey, Ender bey gazetenizi mesai saatlerinin dışında okuyun, burası iş yeridir) demesiyle kendime geldim. Özür dileyerek işimi yapmaya başladım. Ancak kafam başka yerlerdeydi. Yıllardır görmediğim bir dostu bulmuş da ayrılmak istemeyen biri gibi, dedeme yeniden kavuşmuş hissettim. Her şey gözümün önünden film şeridi gibi geçiyordu. Mesai saatinin bitmesini dört gözle bekledim. Mesai biter bitmez gazeteciden o günün gazetesini alarak eve gittim. Saatlerce aynı yeri okudum durdum. Bundan sonraki günler sabah gazeteyi alarak işe gidiyordum, ancak okumaya fırsatım olmuyor akşam olup eve gitmeyi dört gözle bekler olmuştum. Gazetem yanımda olduğu sürece, sanki okumasam da dedem benimle birlikteymiş gibi geliyordu. Gazetenin abonesi oldum o gün bu gündür, hep Türkiye gazetesini alırım. Gazetemiz İslam âlimlerinin kitaplarını veriyordu.
Bir gün eve geldim, anneanneniz, (Bey, beklediğin kitap Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye geldi) dedi. Kitabı okumaya başladığımda, (Dedem de bana böyle anlatmıştı, evet aynı dedemin mızraklı ilmihalinde yazdığı gibi) dedim. Demek ki dedem, bana hep doğru anlatmış. Bu kitapta aynı şeyleri anlatıyor, dedemin dinini öğrendiği hoca da, ona bunları öğrettiğine göre, onun hocası ve onun da hocası hepsi doğruyu anlatıyor. Buldum sonunda diyerek gazeteyle gelen kitapların hepsini okumaya çalıştım. Bir gün kitaplardan birini bitirip kapattım, gayr-i ihtiyari ağzımdan, (Büyükler çok büyük) diye çıkıverdi. İşte dedim, İslam âlimlerinin nakil dedikleri bu olsa gerek. Dedeme hocasından, hocasına hocasından öğretilmiş; ama hiç değişmemiş, hep aynı kalmış. Dedem bana, ben size, siz de kendi torunlarınıza, hep aynı, değiştirmeden anlatırsak, İslamiyet hiç değişmeden gelecek nesillere öğretilir. Şimdi bizlere dinimizi, ebedi saadetimizi öğreten dedelerimize, hocalarımıza, onların hocalarına, İslam âlimlerine, Eshab-ı Kiram efendilerimize ve Peygamber efendimize bir Fatiha okuyalım bağışlayalım; çünkü onlar olmasaydı bizler dinimizi öğrenemezdik, değil mi yavrularım?
— Çok haklısın dedeciğim, ben de senin kitaplarını okumak istiyorum.
— İnşallah yavrum, haydi bakalım. Öğle namazı vakti girdi, namazlarımızı kılmak için hazırlık yapalım.
Z. Alkan