Dinimiz ve adalet

Sual: İslamiyet’in başka dinlerde olanlara karşı tutumu nasıldır?
CEVAP
Dinimiz iyi bilinirse görülür ki, Allahü teâlâ, insanlara daima merhamet ve şefkat ve af ile muamele etmeyi, kendilerine fenalık yapanları affetmeyi, daima güler yüzlü ve tatlı sözlü olmayı, sabırlı hareket etmeyi, işlerinde daima dostlukla anlaşmayı emretmektedir.

Hakiki Müslümanlar, diğer bütün dinlere karşı büyük bir müsamaha göstermişler, değil Hristiyan ve Yahudileri zorla Müslüman yapmak ve onların ibadethanelerini tahrip etmek, aksine, onlara yardım, hatta kiliselerini tamir etmişlerdir.

Müslümanlar arasından Hristiyanlara fena muamele edenler çıkmamış mıdır? Çıkmış olabilir. Fakat bunlar, hem miktarca çok az, hem de, dinimizin emirlerini bilmeyen cahiller idi. Bunlar nefslerine uyarak hareket etmişler ve cezaları bizzat Müslümanlar tarafından verilmiştir.

Tarihi vesika
Peygamber efendimizin bu husustaki bir mektubu şöyledir:
(Bu yazı, Abdullah oğlu Muhammed’in bütün Hristiyanlara verdiği sözü belirtmek için yazılmıştır. Şöyle ki; Allahü teâlâ, kendisini rahmet ile müjdelemiş, insanlar üzerindeki emaneti muhafaza edici kılmıştır. İşte bu Muhammed, bu yazıyı, Müslüman olmayan bütün kimselere verdiği ahdi belgelendirmek için kaleme aldırdı.

Kim ki, bu ahdin aksine hareket ederse, ister sultan, ister başkası olsun Allahü teâlâya karşı isyan ve din-i İslam ile alay etmiş sayılır ve Allahü teâlânın lanetine layık olur. Eğer Hristiyan bir rahip [papaz] veya bir seyyah [turist] bir dağda, bir derede veya çöllük bir yerde veya bir yeşillikte veya alçak yerlerde veya kum içinde ibadet için perhiz yapıyorsa, kendim, dostlarım, arkadaşlarım ve bütün milletimle beraber onlardan her türlü teklifleri kaldırdım. Onlar benim himayem [korumam] altındadır. Ben onları, başka Hristiyanlarla yaptığımız ahitler mucibince, ödemeye borçlu oldukları bütün vergilerden affettim. Harac vermesinler veya kalbleri razı olduğu kadar versinler. Onlara cebretmeyin, zor kullanmayın. Onların dini reislerini makamlarından indirmeyin! Onları ibadet ettikleri yerden çıkartmayın! Bunlardan seyahat edenlere mani olmayın! Bunların manastırlarının, kiliselerinin hiç bir tarafını yıkmayın! Bunların kiliselerinden mal alınıp Müslüman mescitleri için kullanılmasın! Her kim buna riayet etmezse, Allahü teâlânın ve Resulünün kelamını dinlememiş ve günaha girmiş olur.

Ticaret yapmayan ve ancak ibadet ile meşgul olan kimselerden, her nerede olurlarsa olsunlar, cizye ve garamet gibi vergileri almayın! Denizde ve karada, şarkta ve garpta, onların borçlarını ben saklarım. Onlar benim himayem altındadır. Ben onlara eman verdim.

Dağlarda yaşayıp ibadet ile meşgul olanların ekinlerinden harac, vergi almayın! Ekinlerinden Beytül-mal devlet hazinesi için hisse çıkartmayın! Çünkü, bunların ziraatı, sırf nafakalarını temin etmek için yapılmakta olup, kâr için değildir. Cihad için adam gerekirse, onlara baş vurmayın! Cizye, varlık vergisi almak gerekirse, ne kadar zengin olurlarsa olsunlar, ne kadar malları ve mülkleri bulunursa bulunsun, yılda on iki dirhemden daha fazla vergi almayın! Onlara zahmet, meşakkat teklif olunmaz. Kendileriyle bir müzakere yapmak gerekirse, ancak merhamet, iyilik ve şefkat ile hareket edilecektir. Onları, daima merhamet ve şefkat kanatları altında himaye ediniz!

Nerede olursa olsun, bir Müslüman erkekle evli olan Hristiyan kadınlara, fena muamele etmeyin! Onların kendi kiliselerine gidip, kendi dinlerine göre ibadet etmelerine mani olmayın! Her kim ki, Allahü teâlânın bu emrine itaat etmez ve bunun zıddına hareket ederse, Allahü teâlânın Peygamberinin emirlerine isyan etmiş sayılacaktır. Bunlara kilise tamirlerinde yardımcı olunacaktır. Bu ahitname [sözleşme] kıyamet gününe kadar devam edecek, dünya sonuna kadar değişmeden kalacak ve hiç bir kimse bunun aksine bir harekette bulunamayacaktır.)


[Bu ahitname Hicretin 2. yılı, Muharrem ayının üçüncü günü, Medine-i Münevvere de Mescid-i seadette Ali bin Ebi Talibe yazdırılmıştır. Peygamber Efendimizin, bütün Müslümanlara hitaben yazdırdığı bu mektubun aslı, Feridun Beyin Mecmua-i Münşea-tus-salâtin kitabı, c.1,s.30 dadır.]

Bir adalet örneği
Rum Kayseri Herakliyus’un büyük ordularını perişan eden İslam askerlerinin başkumandanı Ebu Ubeyde bin Cerrah hazretleri, zafer kazandığı her şehirde adamlarını bağırtarak, Rumlara, Halife Hazret-i Ömer’in emirlerini bildirirdi. Humus şehrini alınca buyurdu ki:
(Ey Rumlar! Allahü teâlânın yardımı ile ve Halifemiz Ömer’in emrine uyarak bu şehri de aldık. Hepiniz ticaretinizde, işinizde, ibadetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza, ırzınıza, kimse dokunmayacaktır. İslamiyet’in adaleti aynen size de tatbik edilecek, her hakkınız gözetilecektir. Dışardan gelen düşmana karşı, Müslümanları koruduğumuz gibi sizi de koruyacağız. Bu hizmetimize karşılık olmak üzere, Müslümanlardan hayvan zekatı ve uşr aldığımız gibi, sizden de, senede bir kere cizye vermenizi istiyoruz. Size hizmet etmemizi ve sizden cizye almamızı Allahü teâlâ emretmektedir.)

Humus Rumları, cizyelerini seve seve getirip, Beyt-ül-mal emini Habib bin Müslime teslim ettiler. Herakliyus’un, bütün hristiyan ülkelerinden asker toplayarak Antakya’ya hücuma hazırlandığı haberi alınınca Humus şehrindeki askerlerin de, Yermük’teki kuvvetlere katılmasına karar verildi. Ebu Ubeyde hazretleri şehirde memurların şöyle bağırmalarını emretti:
(Ey Hristiyanlar! Size hizmet etmeye, sizi korumaya söz vermiştim. Buna karşılık, sizden cizye almıştım. Şimdi ise, Halifeden aldığım emir üzerine, Herakliyus ile gaza edecek olan kardeşlerime yardıma gidiyorum. Size verdiğim sözde duramayacağım. Bunun için hepiniz Beyt-ül-mala gelip, cizyelerinizi geri alınız! İsimleriniz ve verdikleriniz, defterimizde yazılıdır.)

Suriye şehirlerinin çoğunda da böyle oldu. Hristiyanlar Müslümanların bu adaletini, bu şefkatini görünce, senelerden beri Rum imparatorlarından çektikleri zulümlerden ve işkencelerden kurtuldukları için bayram yaptılar. Sevinçlerinden ağladılar. Çoğu seve seve Müslüman oldu. Kendi arzuları ile Rum ordularına karşı İslam askerine casusluk yaptılar.

İslam devletlerinin meydana gelmesi, yayılması asla, saldırmakla olmadı. Bu devletleri ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, iman kuvveti idi ve İslam dininde çok kuvvetli bulunan adalet, iyilik, doğruluk ve fedakârlık meziyeti idi. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allah, adaleti, iyilik yapmayı, akrabaya bakmayı emreder. Hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı men eder.) [Nahl 90]

(Ey iman edenler! Bir millete olan öfkeniz, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adil olunuz!) [Maide 8]

Avrupa ve vahşet
Sual:
Avrupa okullarında verilen din derslerinde, İslamiyet’i bir vahşet dini olarak tanıtıyorlar. Halbuki zulmü, vahşeti yapan Hristiyanlar değil midir?
CEVAP
Hristiyanların yaptıkları vahşetler çoktur. Tarih baştan başa bu zulümlerle doludur. Din namına yapılan Engizisyon zulümleri, Sen Bartelmi faciası ve buna benzer toplu öldürmeler, Hristiyanların, mezhepleri farklı olan dindaşlarına ve diğer dinlere karşı gösterdikleri akıl ermez vahşetleri birer birer teşhir etmektedir. Müslüman hükümdarlar, Müslüman kumandanlar, Müslüman devlet adamları arasında hiçbiri, hiçbir zaman Hristiyanların yaptıkları gibi, zulümler yapmamış, bunları "din namına yapıyoruz" demek küstahlığında bulunmamış, Müslüman âlemini Hristiyanlara karşı teşvik etmemiştir. İslamiyet’te hiçbir mahluka zulüm yapmak caiz değildir. Bütün Müslüman din adamları zulme mani olmuştur.

İşte küçük bir misal:
Dar-üs-seade ağası iken emekli olan Sünbül ağa, Mısır’a giderken, gemisi Rodos açıklarında, Malta korsanları tarafından basılıp, ağa şehit edildi. Venedik gemileri Mora’ya asker çıkarıp çocuk ve kadın demeden, binlerce Müslümanı öldürdü. On sekizinci padişah Sultan İbrahim, çok merhametli idi. Hristiyanların bu katliamını işitince pek üzüldü. 1646 senesinde bunlara karşılık olarak Osmanlı idaresinde misafir olarak bulunan Hristiyanların kısas olarak, öldürülmelerini istedi. O zamanda Şeyh-ül-islam olan Ebüs-Said efendi, yanına Bostancı başıyı alarak padişahın huzuruna çıktı. Padişaha, her ne kadar suçsuz Müslümanları katledenler hristiyan iseler de, verilecek cezanın, aynı dinden de olsa herhangi bir hristiyana değil, bizzat bu fiili işleyenlere verilebileceğini ve suçsuz yere insan öldürmenin İslam dinine aykırı olduğunu bildirdi. Sultan İbrahim, bütün Osmanlı sultanları gibi, İslam dinine ve Allahü teâlânın kitabına çok bağlı olduğu için, Şeyh-ül-islamın sözünü dinleyip, fikrinden vazgeçti. [Fezleke-i tarih-i Osmanı ve Tarih-i devlet-i Osmaniyye]

Bütün dinleri iyi incelemiş olan, İngiliz ilim adamlarından Lord Davenport, (Hazret-i Muhammed ve Kur'an-ı kerim) adındaki İngilizce kitabında diyor ki:
(Müslümanların Hristiyanlara karşı davranışı ile, papalığın ve kralların müminlere reva gördüğü muamele, asla birbirine benzetilemez. Mesela 1572 senesi ağustosun 24. günü, yani Saint Bartelemi yortu günü, Dokuzuncu Şarl ve Kraliçe Katerinanın emri ile Paris ve civarında altmış bin Protestan öldürüldü. Böyle nice işkencelerde dökülen Hristiyan kanları, Müslümanların harp meydanlarında döktükleri Hristiyan kanlarından kat kat fazladır. Bunun içindir ki, birçok aldanmış insanı, İslamiyet’in, bir zulüm dini olduğu zannından kurtarmak gerekir. Böyle yanlış sözlerin, hiç bir vesikası yoktur. Papalığın vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında, Müslümanların gayrimüslimlere karşı davranışları, ağzı süt kokan bir sübyanınki kadar yumuşak olmuştur.)

Chatfeld diyor ki:
(Araplar, Türkler ve başka Müslümanlar, Hristiyanlara karşı, batılı milletlerin, yani Hristiyanların Müslümanlara karşı uyguladıkları muamele ve gaddarlığın aynını yapmış olsalardı, bugün doğuda tek Hristiyan kalmazdı.)

Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Hristiyan kitaplarında bile benzerlerine çok rastlanan bu vesikalardan şu hakikat meydana çıkmaktadır:
1- İslam dini, hiçbir zaman, vahşet dini olmamış, Müslümanlar, hiçbir zaman Hristiyanları imhayı düşünmemiş, aksine icabında onları himaye etmiştir.

2- Buna mukabil Hristiyanlar, birbirlerini Müslüman ve Yahudilere ve farklı mezhebe mensup dindaşlarına karşı tahrik etmiş, onları muhtelif mezalime tâbi tutmuş, her vahşeti yapmış, İsa aleyhisselamın dinini tahrif ederek bir vahşet dinine çevirmişlerdir. Şimdi ise İncilin tahrif edildiğini anlayarak tek Allah inancına dönme gayretleri başlamıştır.

Mecusi ve İslam adaleti
Sual:
Müslüman olanların çoğunun, kılıç korkusu ile Müslüman oldukları söyleniyor. Bunlar doğru mudur?
CEVAP
Kılıç korkusu ile Müslüman olan, bu korku gidince hemen eski dinine dönebilir. Müslümanlığın her tarafa yayılması İslamiyet’in hak bir din olduğunu göstermektedir.

Eshab-ı kiramın tamamı severek, isteyerek Müslüman olmuştur. İslam’ın adaletinden dolayı seve seve Müslüman olanlar az değildir. Bir misal olarak bir mecusinin Müslüman olmasını bildirelim.

Hazret-i Ömer, halife iken, şark cephesi kumandanı olan Sad bin Ebi Vakkas hazretleri, Kufe şehrinde bir bina yaptırmak istedi. Arsaya bitişik bir Mecusi’nin evini satın almak icap etti. Mecusi satmak istemedi. Evine gidip hanımına danıştı. Bu da, (Onların Medine’de bir Emirleri var. Ona gidip şikayet et) dedi. Medine’ye gelip halifenin sarayını aradı. Dediler ki:
- Onun sarayı, köşkü yok.
- Peki şimdi nerededir?
- Şehir dışına çıktı.

Gidip aradı. Askerleri, muhafızları göremedi. Toprak üstünde uyumuş birini görüp dedi ki:
- Halife Ömer’i gördün mü?
- Onu niçin arıyorsun?
- Onun kumandanı, benim evimi zor ile satın almak istiyor. Onu kendisine şikayet etmeye geldim.
- Benimle gel!

Mecusinin bilmeden konuştuğu Hazret-i Ömer’di. Hemen Mecusi ile evine geldi. Kağıt istedi. Evde kağıt bulamadı. Bir kürek kemiği gördü. Kemik üzerine, Besmeleden sonra, (Ey Sad, bu Mecusi’nin kalbini kırma! Yoksa hemen yanıma gel) yazdı.

Mecusi, kemiği alıp evine geldi. (Boşuna yoruldum. Bu kemik parçasını kumandana verirsem, alay ediliyor sanıp, çok kızar) dedi.

Hanımının ısrar etmesi üzerine, Sad’a gitti. Sad, askerleri arasında oturmuş, neşe ile konuşuyordu. Sad’ın gözü, uzakta duran Mecusinin elindeki kemikteki yazıya ilişti. Emir-ül-müminin Ömer’in yazısını tanıyıp ansızın rengi soldu. Bu ani değişikliğe herkes şaşırdı. Sad, Mecusinin yanına gelip dedi ki:
- Her ne istersen yapayım, aman beni Ömer’in karşısına çıkarma! Zira, onun cezasına takat getiremem.

Kumandanın bu yalvarmasını görünce, hayretten aklı gitti. Aklı başına gelince, hemen Müslüman oldu. Mecusinin Müslüman olduğunu duyan arkadaşları sordu:
- Hemen nasıl Müslüman oldun?
- Emirlerini gördüm. Yamalı hırkasını örtünmüş, toprak üstünde uyuyordu. Kumandanların bundan titrediklerini de gördüm. Bunların hak dinde olduklarını anladım. Benim gibi, ateşe tapan birine böyle adalet yapılması, ancak hak olan dine inananlarda olur. (M.Ç.Güzin)

Sual: Sosyal adalet ne demektir?
CEVAP
Sosyal adalet; asırlardan beri bütün rejimler ve bütün sosyal doktrinler tarafından düşünülen ve gerçekleştirilmesi arzu edilen bir husustur. Bir topluluğun düzenli, ahenkli olması ve fertler, zümreler arasında nefret ve düşmanlık bulunmaması için sosyal adaletin bulunması gerekir.

Sosyal adalet, herkesin çalışması; bilgi ve kabiliyeti ve gördüğü iş nispetinde hakkını alması; hiç kimsenin ezilip sömürülmemesi; en küçük bir iş görene de hayat hakkı tanımak demektir. Çalışan herkesin asgari bir geçim şartına erişmesi, sosyal adaletin ilk şartıdır.

Sosyal adalet, sosyal eşitlik demek değildir. Herkesin aynı gelire sahip olması adalet değil, adaletsizlik olur. Bir sınıfta, çalışan çalışmayan, bilen bilmeyen bütün öğrencilerin sınıf geçmesi de böyledir. Mutlak eşitlik, ne tabiatta, ne toplulukta, hiçbir yerde yoktur. Olması da düşünülemez. Bir fabrikadan çıkan eşya gibi, bütün vasıfları aynı olan robot gibi insan olmaz. Herkes farklı yaratılışta olduğu için işleri de farklı olur.

Hukuktaki eşitlik, aynı durum ve şartlar içinde bulunan herkesin aynı muameleye tâbi tutulması demektir. Sosyal bakımdan, hele ekonomik yönden tam bir eşitlik aramak ve istemek, hem gereksiz, hem imkansızdır. Çünkü, adalet kavramı ile bağdaştırılamaz. Mesele, mevcudu kelle hesabı, eşit şekilde paylaştırmak değil; herkesin çalışmasının karşılığını görmesi, hakkını elde edebilmesidir.

Sosyal adalet, milli gelirin en uygun şekilde taksimini sağlar; istismarı, sömürücülüğü ortadan kaldırır. Sermayenin belirli bir zümre elinde toplanmasını önler. Herkese kendi ölçüsünde hayat hakkı verir. Sınıf ve zümreleri arasında düşmanlık bulunmayan bir topluluk meydana getirir. Böyle bir toplulukta vatandaşlar, kendilerini emniyette hissederler. Sosyal adaleti en iyi, en verimli olarak sağlayan kuvvet, elbette İslam ahlakıdır. Müslümanlar birbirlerinin kardeş olduklarına inanır ve kardeş gibi birbirini severler; Müslüman olmayanların mallarına, canlarına, ırzlarına saldırmazlar.

İslam dini, insanların yardımlaşmalarını sağlar; her çeşit bölücülüğü önler. Çalışmayı, helal para kazanmayı emreder. Çalışan her insana hakkını verir. Herkesin mülkünü korur. Kimse kimsenin malına, mülküne dokunmaz. Sosyal adaleti anlayanların, İslam ahlakına saygı göstermeleri gerekir. Bugün Avrupalı, İslam ahlakına uyduğu ölçüde temiz ve sağlam işler yapıyor. Doğruluk, temizlik ve çalışmak İslam ahlakının esaslarındandır. Dinsiz bir toplum bile, İslam ahlakına uygun yaşarsa, dünyada rahat eder.

Eşitlik, tarafsızlık, özgürlük
Sual:
Herkes, eşitlik, tarafsızlık, özgürlük gibi konuları kendine göre açıklıyor. Bunların doğru açıklaması nasıldır?
CEVAP
Bahsettiğiniz üç konu, istismar edilen konulardandır.
Eşitlik: Bu kelime insanlara cazip gelir. Bunun için bazı kimselerce sık sık istismar edilir. Her zaman, her işte, her yerde eşitlik mümkün değildir. Böyle davranmaya kalkmak, bazen zulüm olur. Çünkü iyi ile kötü, âlim ile cahil, sağlam ile sakat, tembel ile çalışkan ve bunlar gibi farklı şeylerin eşit olmasını istemek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Adalet ise, çok zaman eşitlikten farklıdır. Bunu bir örnekle şöyle açıklayabiliriz:

Bir erkeğin yapabildiği güç isteyen çalışmayı bir kadın yapamaz. Çünkü kadın ve erkek arasında fizyonomik olarak büyük farklar vardır. Ağır çalışma şartlarına sahip bir iş yerinde, aynı şartlarda ve aynı işi yapan bir erkek ve kadın düşünelim. Bunlara aynı ücreti vermek eşitliktir; ancak adalet değildir. Erkek, vücutça daha güçlü; kadın ise daha narindir. Onu erkekle aynı kefeye koymak, kadına zulmetmektir. Özetle, bazı hâllerde insanlara eşit davranmak, zulüm olur. Adaletle davranmak ise hiçbir zaman zulüm olmaz.

Tarafsızlık: İnsan tarafsız olamaz. Bir kimseyi tarafsız davranmaya zorlamak yanlıştır. Tarafsızlıktan dem vuranları biraz yoklarsanız, tarafsız davranmayı asla istemezler. Ama, başkalarının tarafsız olmasını beklerler. İyinin yanında olmak, kötünün karşısında olmak, tarafgirlik değildir. Ülkenin, milletin menfaati nerede ise, o tarafta olmak gerekir. Hakkın, doğrunun, iyinin yanında olanı taraf tutmakla suçlamak doğru olmaz. Yapıcıya göre doğru ve iyi olan bir şey, yıkıcıya göre, yanlış ve kötüdür. Bunun için de doğrunun, iyinin yanında bulunan kimse, tarafsız olmamakla suçlanamaz.

Özgürlük; başıboşluk ve her istediğini yapabilmek demek değildir. Suç işleyeni mahkum etmek, hapse atmak özgürlüğe aykırı değildir. Halkın özgürlüğüne engel olan canilerin, ırz düşmanlarının, hırsızın, uğursuzun, dolandırıcının hapse konması, esaret değildir. Sadece başkalarına değil, kendine bile zararlı olmak özgürlük değildir. Mesela; uyuşturucu madde gibi, vücuda zararlı olan şeyleri yasaklamak, kişi özgürlüğünü engellemek değildir. Trafiğin düzgün akabilmesi için, çeşitli kaideler koymak hürriyete mani olmaz. Aynı şekilde suç işleyene ceza vermek, onu affetmeyip cezasını çekmesini istemek, insan haklarına saygısızlık olmaz. Kafesteki zehirli bir yılanı, halkın içine salmak, yılan için bir özgürlük ise de, insanlık için bir felakettir. Aynı şekilde bir caninin serbest bırakılması, onun için özgürlük olabilir, ancak, millet için hürriyet düşmanlığıdır.

Sonuç olarak, her işte eşitlik, her konuda tarafsızlık ve sınırsız özgürlük diyerek insan hakları zedelenmemelidir!

Sıkıntıların sebebi
Sual:
Bütün dünyada bitmek bilmeyen savaşların, sıkıntıların, felaketlerin sebebi ne olabilir?
CEVAP
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyor ki:
Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakka imanın hâsıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın merhameti ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise, hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır. Bu da, hukuku kendimizin kurmaya kalkışmanın, Hak teâlâ ile yarış edebilecek ortaklara uymanın, yani imansızlığın neticesidir.

Katilin öldürülmesi
Sual: İslamiyet’te ceza olarak, katilin öldürüldüğü doğru mudur?
CEVAP
Bu ceza, mahkeme kararıyla yapılırdı. Mahkemece katil öldürülünce, bu durum, diğerleri için gözdağı olurdu. Birini öldürmek isteyen kimse, beni de öldürürler korkusuyla, katillikten vazgeçer, böylece her ikisi de, hayatta kalırdı. Eski Araplarda kan davası hüküm sürüyordu. Biri ötekini öldürünce, her iki tarafın kabilesi de gayrete gelir ve savaşırlardı. Bu da, pek çok kimsenin öldürülmesiyle sonuçlanırdı. Katili öldürme âyeti gelince, artık savaşmayı terk ettiler. Böylece, cinayetler önlenmiş oldu. (Tefsir-i Kurtubi)

Huzurlu toplum
Sual:
Adaletli bir toplum için dinimiz ne emrediyor?
CEVAP
Adaleti temin etmenin yolunu akılla bulmak çok güç olduğu için, Allahü teâlâ, kullarına acıyarak, ülkeleri korumak için, bir ölçü gönderdi. Bu ilahi ölçüyle, adaleti bilip ölçmek kolay oldu. Bu ölçü, Peygamberlerin getirdikleri dinlerdir. Kıyamete kadar kullanılması emredilen ilahi ölçü, Muhammed aleyhisselama gönderilen dindir.

Bu ölçüden sonra, bir de ikinci ölçü var. İnsanlar, hayvanların aksine, medeni olarak yaratılmıştır. Birbirleriyle karışmak, bir arada yaşamak, yardımlaşmak zorundadır. İnsan nazik, zayıf yaratıldığı için, pişmemiş yemek yiyemez. Gıda, elbise ve binanın, ustalar, sanatkârlar tarafından hazırlanması gerekir. İhtiyaç olan bu sanatlar için, araştırmaya, düşünmeye ve tecrübeye gerek vardır. İslamiyet, fenni, tekniği, çalışmayı, güzel ahlâkı emretmektedir.

İnsan, her ihtiyacını hazırlamaya mecburdur. Bunu hazırlayan da, fen ve sanattır. Bir insanın her sanatı öğrenmesi mümkün değildir. Her bir sanatı belli kimseler öğrenir, yapar. Herkes, kendine gerekli şeyi, bu sanat sahibinden alır. Bu sanat sahibi de, kendine lazım olan başka bir şeyi, onu yapan diğer sanat sahibinden alır. Böylece insanlar, birbirlerinin ihtiyaçlarını temin eder. Bunun için, insan yalnız yaşayamaz. Bir arada yaşamaya mecburdur. Zaten medeniyet, beldeleri imar etmek ve insanların refaha ve bolluğa kavuşması için bir arada yaşaması demektir.

Ödenemeyen kul hakkı mı?
Sual: Kul hakkı önemli deniyor. Âhirette hak sahibinin, hakkı kadar sevabımızı alacağı, eğer sevabımız olmazsa veya yetmezse, hak sahibinin günahlarını yükleneceğimiz bildiriliyor. Mesela günahsız bir kimsenin bana hakkı geçse, benim de hiç sevabım olmasa, âhirette ona sevab veremeyeceğime göre, hak sahibi hakkını alamayacak, ben de, onun günahını yüklenemeyeceğim. Bu durumda, adalet nasıl temin edilecek?
CEVAP
Allahü teâlâ adaleti temin etmekten âciz değildir. Günahsız insanın ne kadar hakkı, alacağı varsa onun karşılığı kadar sevabı Cenab-ı Hak ona verir. Onu sevabdan mahrum etmez. Hakkından fazlasını da verebilir. Günahsız insan, benim alacağım kaldı diyecek duruma düşmez.

Allahü teâlâ dilerse, başkasının hakkını yiyen size de, günahsız insanın hakkı kadar ceza verebilir. Böylece siz o kadar günahı yüklenmiş olursunuz, yani siz de cezasız kalmamış olursunuz. Günahsız insan da, alacağına kavuştuğu için ortada alacak verecek bir şey kalmamış olur.

Kan davası
Sual:
Veda Hutbesi’nde, Peygamber efendimiz, kan davasının kaldırıldığını bildirdiği hâlde, hâlâ doğuda kan davası sürüyor. Bu insanlar Müslüman olduğuna göre, kan davasını niye önleyemiyorlar?
CEVAP
Yıllar önce, görev yaptığım Diyarbakır’ın ve diğer doğu illerinin köylerine gidince, onlara, (Siz Müslüman insanlarsınız, niye kan davasını sürdürüyorsunuz?) demiştim. Hepsinin, yaklaşık ortak görüşleri şöyleydi:
Babamızı öldüreni mahkemeye veriyoruz. Karşı taraf, avukat tutuyor, adamını veya madamını buluyor, az bir ceza ile kurtuluyor. Yahut bir af çıkarılıyor, hapisten çıkan katil, (İşte biz böyle yaparız) havasında elini kolunu sallayarak geziyor. Tabiî biz de, onu öldürüyoruz. Bu sefer onun çocukları ve yakınları da bizi öldürüyor. Böylece bu dava sürüp gidiyor. Katile gerekli ceza verilse, biz niye kan peşinde koşalım ki? Kur'an-ı kerimde, (Kısasta sizin için hayat vardır) buyuruluyor. Eğer katile hak ettiği ceza verilse, o da öldürülse, kan davası diye bir şey kalmaz. Çünkü insan, kendisinin öldürülmesi korkusundan başkasını öldürmekten korkar. Can korkusundan dolayı kimse kimseyi öldürmez, böylece millet hayat bulur. İşin özü, caydırıcı tedbir olmadığından, bizim de hiç istemediğimiz bu dava sürüp gidiyor.

İdam kanunu yürürlükte olan ülkeleri, mesela Amerika’yı örnek almayıp da, Batı’ya uyacağız diye idam kanunu kaldırılmıştır. Sebep olarak da, (Birini idam ederek öldürmek, insanlığa yakışmaz) deniyor. Peki, bir anarşist, elli kişiyi, yüz kişiyi öldürüyor. Onun öldürmesi insanlığa yakışıyor mu? Anarşist, (Nasıl olsa beni öldürmeyecekler, ne kadar çok insan öldürsem fark etmez) diyor. Gücü yettiği kadar çok kişiyi öldürmeye çalışıyor. Kanunlar caydırıcı olmadığı sürece, cinayetler nasıl önlenir?

Sual: Adalet kelimesini değişik tarif edenler oluyor. Adalet deyince ne anlayacağız, esas tarifi nedir?
CEVAP
Adalet, bir âmirin, memleketi idare için koyduğu kanun, çizdiği hudut içinde hareket etmektir. Zulüm ise bu kanunun, bu hududun dışına çıkmaktır. Adaletin esas tarifi ise, kendi mülkünde olanı kullanmak demektir. Zulüm de, başkasının malına, mülküne tecavüzdür. Adaletin dinimizdeki tarifi de budur.

Bir kimsenin malı, zorla alınamaz
Sual:
Mezhepleri inkâr eden bir din adamı; “devlet yalnız vergi yolu ile değil, şahsi mülkiyetten ihtiyacın gerektirdiği miktarı karşılıksız ve iade etmemek üzere alır. Toplumun umumi ihtiyaçlarına harcar” diyor. Dinimizde böyle bir şey var mıdır?
CEVAP
Allahü teâlânın emirlerini, kanun şekline koymuş olan Cevdet Paşa, Mecellenin 95. maddesinde diyor ki:
“Başkasının mülkünü kullanmak için emir olunamaz.” Mesela, filanın şu malını, falanca kimseye ver diye birisine emir olunamaz. 96. maddesinde ve Dürr-ül-muhtârda;
“Bir kimsenin mülkü onun izni olmaksızın kullanılamaz” denilmektedir. Mülk, insanın malik olduğu şeydir. Resulullah efendimiz;
(Bir müminin malı, onun gönlü, rızası olmadan alınırsa helal olmaz) buyurdu. Bu hadis-i şerif imâm-ı Münâvînin Künûzüddekâık kitabında ve imâm-ı Ahmed'in Müsned'inde ve Ebû Dâvud'da yazılıdır. Buradan da anlaşılıyor ki, devlet milletten meşru olmayan ve meşru miktarı aşan bir şey alamaz. Meşru olmayan vergileri de millete yükleyemez. Alırsa, gasbetmiş, zulmetmiş olur. Gönül rızası olmadan, zorla aldığı bu malları sahiplerine geri vermesi lazım olur. Devletin millet malına el koyması, sosyalist memleketlerde olur. İslâmiyette sosyalist devlet olamaz. İslâmiyette kapitalist bir ekonomi sistemi de yoktur. Milleti kemiren bu iki zulüm ocağını, zekât farizası, kökünden temizlemektedir. İslâmiyette sosyal adalet vardır. Herkes çalışmasının, alın terinin karşılığına kavuşur. Kimsenin, başkasının malında gözü olmaz. Devlet de, milleti sömürmez. Devlet hazinesini de, yetkililer kendi keyiflerince kullanamazlar.

İnsan, önce kendine adaletli olmalıdır
Sual:
Çoğu zaman hemen herkes “bana adaletli davranılmadı, hakkım yendi” demektedir. Peki adaleti, hep başkasından mı beklemeliyiz, kendimiz de adil olmamız, adaletli davranmamız gerekmez mi?
CEVAP
İnsanın önce kendine, hareketlerine, bütün organlarına adalet etmesi lazımdır. İkinci olarak, çoluk çocuğuna, komşularına, arkadaşlarına adalet yapması lazımdır. Adliyecilerin ve hükümet adamlarının da, millete adalet yapması lazımdır. Demek ki, bir insanda adalet huyunun bulunabilmesi için, önce kendi hareketlerinde, organlarında adalet bulunmalıdır. Her kuvvetini, her azasını, ne için yaratıldı ise, o yolda kullanmalıdır. Allahü teâlânın âdetini değiştirip, onları aklın ve İslâmiyetin beğenmediği yerlerde kullanmamalıdır. Çoluk çocuğu varsa, onlara karşı da, akla ve dine uygun hareket etmeli, dinin gösterdiği güzel ahlaktan sapmamalıdır. Güzel ahlak ile huylanmalıdır. Herhangi bir amir ise, yine ibadetleri yaptırmalı ve yapmalıdır. Böyle olan kimse, bu dünyada, Allahü teâlânın halifesi olur, kıyamette de adiller için vadedilen nimetlere kavuşur. Böyle hayırlı bir kimsenin hayır ve bereketi, onun bulunduğu talihli zamana, mübarek yere ve orada bulunmakla bahtiyar olan insanlara, hayvanlara, hatta nebatlara, bitkilere ve rızıklara sirayet eder, yayılır. Fakat, Allah korusun, bir yerdeki devlet adamları, şefkatli, iyi huylu, adaletli olmazsa, insan haklarına saldırırlar, zulüm, yağma, işkence yaparlarsa, bunlar adalet erbabı değil, şeytanların yoldaşlarıdırlar.

Sual: Müslüman olmadıkları hâlde, hakiki Müslümanları görüp, İslamiyeti araştıranlar, İslamiyet ve Müslümanlar hakkında olumlu şeyler söylemiş veya yazmışlar mıdır?
CEVAP
Konu ile alakalı olarak İtalyan asıllı Fransız devlet adamı Henri A. Ubicini, senelerce Türkiye'de kalmış olup, m. 1851'de Paris'te yayınlanan La Turquie Actuelle - Bugünkü Türkiye eserinde, İslam dini hakkında şöyle demektedir:
“İslam dini, insanlara şefkat ve idrak emreder. Avrupa'nın dinsiz diye sinesinden attığı bahtsız insanlar, padişahın misafiri oldular ve Müslüman Türk dünyasında, vatanlarında mahrum oldukları, hürriyet ve emniyet içinde yaşadılar. Bütün din mensupları, burada aynı adaleti ve şefkati gördüler. Türklere ve Müslümanlara barbar diyen Avrupalı, onlardan misafirperverlik ve insanlık dersi aldı. Onaltıncı asırda yaşamış olan bir yazar; 'Ne gariptir, ben İslam memleketlerini gezdim. Barbar dediğimiz Müslümanların şehirlerinde ne kaba kuvvet, ne de cinayet gördüm. Herkesin hakkına saygı gösteriyorlar. Gariplere yardımcı oluyorlar. Büyük küçük, Hıristiyan, Yahudi veya Müslüman, hatta imansız, müşrik olsun, aynı adaleti ve merhameti buluyor' demektedir. Ben de ona katılıyorum...”

Ubicini kitabının başka bir yerinde şunları yazmaktadır:
“İstanbul'da, Müslümanların oturduğu İstanbul kısmında senede ancak bir, iki polis vakıası meydana gelmektedir. Hâlbuki, Hıristiyanların oturduğu Pera, Beyoğlu kısmında, her gün yüzlerce hırsızlık, dolandırıcılık ve cinayet vakıaları zuhur etmekte, insanlar birbirini dolandırmakta, birbirini öldürmekte ve burası Avrupa'nın büyük şehirleri gibi, bir batakhane şekline girmektedir. İstanbul kısmında yüz binlerce Müslüman sulh ve sükûnet içinde namusu ile yaşarken, Pera'da bulunan tahminen 30.000 Hıristiyan, bütün dünyaya bir namussuzluk, iffetsizlik ve serserilik numunesi olmaktadır. Pera için İtalyanlar; 'Pera, dei sulirati il nido=Pera, serseriler yatağı' adlı bir şarkı yapmışlar ve bu şarkı oradakilerin ağzından düşmez olmuştur.”