Bir abone hatırası
Gazetemizi tanıtmak maksadıyla bazen arkadaşlarımızla abone çalışmasına çıkıyoruz. Her çıkışımda, “Allahü teâlânın rızasına uygun hareket etmeye ve büyüklerimizin vermiş olduğu bu kıymetli vazife için söz dinleyenlerden olmak saadetine kavuşmaya” diye niyet ediyorum. Neticede nasibi olanlara vesile olmak için bütün esnafı ziyaret ediyoruz. O gün ofis elemanlarımızdan Hüsnü abi ile birlikte çalışıyorduk. Elimizdeki, üzerinde İhlâs Mağazası yazan poşetlerin içinde, ilmihal, takvim, Evliya zatların hayatlarını anlatan filmlerin DVD’leri, kitaplar vardı. Bunları abone olanlara hediye ettiğimizi söyleyerek, abone kaydı yapıyorduk.
Hava hafif yağmurluydu ve önümüze su bayiliği yapan bir dükkân geldi. Selam verip dükkâna girdik. Masa başında oturan adam, yerinden hışımla kalktı ve elimizdeki poşetlere bakıp:
— İhlâs’tan mı geliyorsunuz? Bu dükkâna İhlâs’ın İ’si dahi giremez. Çıkın gidin, yoksa zorla çıkarırım.
— Beyefendi bir çayınızı içip gitsek nasıl olur?
— Çayınızı için; ama İhlâs’tan tek bir kelime bahsetmeyin, ona göre!
— Tamam, o zaman size bir takvim hediye ederiz, herhalde kabul edersiniz.
— Ne takvimi, İhlâs’ın mı? Üzerinde İhlâs mı yazıyor?
Dağıttığımız takvimler, her ne kadar Türkiye gazetesinin yani İhlâs’ın takvimi iseler de, bastırdığı takvimlerin önemli bir kısmını abone çalışmalarında kullanmamıza izin veren bir firmaya aitti. Bunu bildiğim için:
— Bakalım üzerinde ne yazıyor? Abi bak, Feza yazıyor, İhlâs yazmıyor, bir de sen bak istersen.
— Kartonu bırak, takvimin içinde ne yazıyor, ona bakmak lazım.
— Tamam abi, anlaştık, hemen takvimin içine bakıyoruz, bakalım içinde neler yazıyor?
Oturduğum andan itibaren, kontrolün benden çıktığının farkına varmaya başlamıştım. Sadece neticenin nereye varacağını merak ediyor, nefsimin devreye girmemesine gayret gösteriyordum.
— Abi bak, öylesine bir sayfayı açalım, istersen kendin rasgele bir sayfa aç ve beraber okuyalım, müsaade eder misin?
— Tamam; ama bak baştan söyledim, ihlâs dediğin anda kovarım.
— Peki abi, kendin aç!
Takvimin herhangi bir sayfasını açınca bir de ne göreyim, “Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki...” diye başlayan bir yazı çıktı karşıma. İşte o anda, kontrolün benimle hiçbir alakası olmadığını tamamen anlamış oldum. Kendi kendime, bu durumun feyz ve bereketinden inşallah biz de nasipleniriz diye düşündüm.
— Abi bu, “hikmet ehli zatlar” kimlere deniyor biliyor musun?
— Yok, hayır bilmiyorum.
— Hikmet ehli zatlar, Allahü teâlânın sevdiği, seçtiği ve kullarına beğendiği işleri yaptırsın diye gönderdiği, evliya dediğimiz, sözü dinde geçerli olan âlim zatlar demektir.
— Tamam, anladım, ne buyuruyorlar?
— O zaman okuyorum, beraber dinleyelim:
“Eğer bir insanın terbiye edicisi olmazsa, terbiye nedir bilmez. Bir hayvan evcilleştirilmezse evcil hayvan olmaz. İnsan kendi kendine güzel ahlaklı olamaz. Güzel ahlakın ne olduğunu bilmez ki olabilsin…”
Sohbetin geneli kızmamak, öfkelenmemek ve haklı da olunsa kalp kırmamakla alakalıydı. “Bir müslümanı incitmek, kalbini kırmak, Kâbe’yi 70 kere yıkmaktan daha büyük günahtır” hadis-i şerifi esnaf kardeşimizin çok etkilenmesine sebep oldu.
Sohbetin son kısmı şu şekilde bitiyordu; “Kimseye iyilik yapmak mecburiyetinde değiliz, ister yaparız, ister yapmayız; ama kötülük yapmamaya mecburuz. Neden bu iyiliği yapmadın demezler; ama neden bu kötülüğü yaptın diye hesap sorarlar.”
Sonradan isminin Müjdat olduğunu öğrendiğimiz esnaf, başladı kırgınlığını izah etmeye. Ancak bir şey dikkatimi çekti, kırgınlığı tamamen güven duygularını istismar ettiğine inandığı kişilereydi. Neticede, her kurumda böyle kimseler olabilirdi. Müessesemizin yapısına ve hizmet anlayışına en ufak bir muhalefeti yoktu. Ancak şirketlerimizden biriyle yapmış olduğu ticari işlerde, görmüş olduğu zarar ve karşılaştığı muamele neticesinde aralıksız 10 sene devam ettiği gazetemiz aboneliğine son vermiş. Bir daha da benim kapımdan İhlâs’ın ne gazetesi, ne de herhangi bir iş ve hizmeti giremez demiş.
Ona dedim ki:
— Gel, pire için yorgan yakma. Bizler gelip geçiciyiz; ama bu camia inşallah kıyamete kadar devam edecek. Devam ettiği sürece de, Allahü teâlânın dinini, sevdiklerini anlatmaktan ve bu anlatılanları da daha çok insanın duymasını, istifade etmesini sağlamak için çalışmaktan imtina etmeyecek.
O sırada da öyle bir sağanak yağmur başladı ki, tam rahmet-i ilahi. Bir müddet birlikte yağmuru seyrettikten sonra:
— Bu yağmurun nasıl rahmet ve gerçek olduğuna inanıyorsan, bu kurumun da dürüst ve güvenilir olduğuna, üzerinde hakkı olan kişiyle helalleşmek için bütün imkânlarını kullandığına ve sonuna kadar da kullanacağına inanman gerekir.
— Benim aslında kuruma sözüm yok. Gecikmeyle de olsa benim herhangi bir alacağım kalmadı. Bir tek, şimdi isimlerini bile hatırlamadığım kişilerin yaptıkları aklıma geldikçe kızgınlığım devam ediyor. Ben şimdi tekrar abone olursam, kendime ihanet etmiş olurum; çünkü yemin etmedim; ama almam, aldırmam dedim. Beni anlayın lütfen!
— Şimdi abi, gel şu gazetenin içine beraber bakalım, neler yazıyor? Bak bu gazetenin başladığı günden bugüne, aksatmadan yazdığı büyük zatlar var. Hani dedik ya, hikmet ehli zatlar... Mesela bugünkü gazetede, bak, İmam-ı Rabbani hazretlerinin bildirdikleri, Evliya zatların menkıbeleri ve sual soranların cevaplarını yazıyor. Bu güzel bilgileri kim öğrenmek istemez?
— O arkadaşların yaptıkları kötülük yüzünden gönlüm istemiyor.
— Ya Müjdat abi, sen temiz bir insansın, onun için bu kadar sözü uzattık, hakkını helal et! O zaman, bırak şu nefsin sana verdiği inadı! Bak buraya gelen biziz; ama sana bizi gönderen Allahü teâlâdır. Kim bilir, belki de bundan sonra gazetede okuyacak olduğun bilgiler senin kurtuluşuna vesile olacak. Şu DVD’lerini verdiğimiz zatlar da, kendilerini sevenlere ahirette şefaat edecekler. Bu sence az bir nimet mi?
— Az bir nimet olur mu, tabii ki büyük devlet! Ama bilmem ki ne yapsam, kafam karıştı.
— Abi, düşünmeye gerek yok. Bak senin de çok vaktini aldık, bizim daha uğrayacak yerlerimiz var. Bu ilmihal, DVD, takvim ve kitaplar sana hediyemiz. Sen sadece bunları oku, seyret, bize de dua et! Diğer meseleler de hatırına gelirse, üstünde durma, at arkaya! Ahirette kazanan sen olursun. Eden kendine eder.
Karşılıklı helalleştik, kucaklaşıp abone kaydı için kartını aldık. Hediyeleri bıraktıktan sonra dışarı çıktık. Yağmurun şiddeti azalmıştı. Yanımdaki Hüsnü abiye dedim ki;
— Hüsnü abi, epey zaman kaybettik; ama boşa kürek de sallamadık değil mi?
— Mehmet abi, bu, en az on yirmi aboneye bedel…
— Orada konuşan bizdik belki; ama aboneyi yapan büyüklerimiz idi. Allahü teâlâ bizleri inşallah onların güvenlerine ve sevgilerine layık eyler. O zaman işimiz çok kolay. Bizi bize bırakmazlar, az önce gördüğün gibi. Yoksa bize kalsa ne olurdu sence?
— Abi, kesin dayak yer öyle çıkardık oradan. Adam nasıl öfkeli ve dövecek gibiydi, resmen kuzu oldu. Benim asıl dikkatimi çeken ve hâlâ etkisinde kaldığım bir husus var. Sen orada takvimin sayfasını açarken rasgele açtın, ben şahidim. Yani demek istediğim, açtığın sayfada yemek tarifi de çıkabilirdi. Üstelik çıkan yazı, herhangi konuda da değil, bizzat bizim içine düştüğümüz durumla alakalıydı. Adam çok öfkeli ve laf dinlemeyecek gibiydi. Ama bu sohbet adamı resmen kuzuya çevirdi. Şimdi Mehmet abi, bu olay bize anlatılsa o kadar etkilenmezdim; ama bunu bizzat yaşamak bana çok tesir etti. Gazetemizin ve takvimimizin kıymetini daha iyi anladım.
— Sahip olduğumuz nimetlerin kıymetini ne kadar bilir ve şükrünü de o derece eda edersek, Allahü teâlâ inşallah bizlere nice güzellikler yaşatır.
Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun. Allahü teâlâ büyüklerimize sıhhat ve afiyetler versin. Bizleri de sevgilerine ve güvenlerine layık kullarından eylesin. İnşallah dünyada olduğumuz gibi ahirette de onlarla beraber oluruz.
Mehmet Tekin