İzzet ve şeref imandadır
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Dinimiz diyor ki, genç ihtiyar, zengin fakir, köylü şehirli, hangi ırktan, hangi milletten olursa olsun, günahkâr da olsa, herkesin duasını alın! Hiç kimsenin bedduasını almayın! Birinin duasıyla Allah imanı nasip eder. İman, dünyada erişilebilecek en yüce mertebedir. Ondan daha yüksek bir mertebe yoktur. İman etmek kolay iş değil. Hatta Peygamber efendimiz, (Neden inanmıyorlar, bunlar ebedi yanacaklar) diye göğsünü paralarcasına ibadet ederdi, mübarek ayakları şişene kadar namaz kılardı, Ya Rabbi hidayet ver diye yalvarırdı. Sonra şu mealde bir âyet-i kerime geldi:
(Ey habibim, Sen göğsünü paralayacak gibi böyle kendini harap etme, çünkü hidayet benim elimde. Kimin mümin olacağını, kimin olmayacağını ben bilirim, bunun bir hikmeti vardır. Sen anlat, geç. Çünkü hidayete getirmek senin elinde değil, o benim elimdedir. Her şeyi sana verdim, ama onu vermedim. O benim bileceğim bir iştir.)
Dolayısıyla Müslüman olarak, biz öyle bir şerefe kavuştuk ki anlatılamaz. Hazret-i Ömer hilafeti zamanında Şam’a gidiyor, fakat onun adaletine akıl ermiyor. Bir devesi var, bir saat kölesi biniyor, bir saat kendisi biniyor. Tam Şam’a girecek, bütün halk sokaklara dökülmüş, halifeyi karşılayacaklar. Deveye binme sırası da kölede. Yanındakilerin hepsi diyorlar ki, (Efendim olmaz, bu millet alışmıştır, devenin üzerindekine itibar ederler ve halife diye ona hürmet ederler, ona saygı gösterirler. Lütfen deveye siz binin!) O zaman hazret-i Ömer şunu söylüyor:
(Biz âciz, çok zelil bir kavimdik. Çocuklarımızı diri diri toprağa gömerdik. Yani dünyanın en vahşi, en zelil kavmiydik. Allah bizi Müslüman yaparak en büyük şerefe kavuşturdu. Siz, hâlâ izzet ve şerefi deve üzerinde mi arıyorsunuz? Eğer hâlâ izzet ve şerefi deve üzerinde arayanlar varsa, işte deve orada. Ben Muhammed aleyhisselamın ümmetiyim. Allah’a iman ettim. Bu şeref bana yeter. Sıram gelmeden deveye binmem.)
Men lem yezuk lem yedrî. Tatmayan anlamaz demektir. İslamiyet’i bir beyne doldurmak vardır, bir kalbe indirmek vardır, bir de tatmak vardır. Yani yediğimiz yemek gibi lezzetini almak vardır. Bunun tadını almış olan için, yaşamak ve anlatmak ters gelmez. Çünkü insan tadını aldığını unutmaz, güzel ve tam söyler. İşittiğini ise bazen unutur hattâ bazen ilave edebilir, noksan da yapabilir. İşte İslamiyet’i doğru öğrenip doğru yaşayan bir kimse, etrafındakilere faydalı olup dini doğru olarak nakledebilir.